Önce DinimiZ
  VE VEFATI
 

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN VEFATI  

(Hicrî:11, M.:632)  

                Peygamber Efendimiz, bu fâni dünyâdan göçeceği zamanın yaklaştığını anladı. Safer ayının 19.gecesi kimseye sezdirmeden, Bakî mezarlığına giderek, orada yatan Eshâbını selamladı ve; "Yakında biz de aranızda olacağız." dedi.

                Mezarlıktan dönünce hastalığı arttı. Hz.Âişe, O'na başının ağrıdığını söyleyerek, "Vay başım!" dedi.

                Buna Peygamber Efendimiz, şu karşılığı verdi: "Yâ Âişe! Senin değil, asıl benim vay başım. Senin başının ağrısı geçer gider. Baş ağrısı, benimkidir." buyurarak irtihâlinin yaklaştığını işâret etti.

                Hastalık günden güne artıyordu. Buna rağmen mescide çıkıp namazda imam oluyordu. Bir gün dermansız kalınca Hz.Ebû Bekr'in cemâata imam olmasını emretti. Hz.Ebû Bekir cemâate üç gün imamlık yaptı.  

            Nesi Varsa Sadaka Veriyor

                Hastalığı sırasında, Ezvâcı Tâhirât'ın yanlarında nöbetle kalıyordu. Hastalığı ağırlaşınca, izin isteyerek Hz.Âişe (R.Anha)'nın odasında istirahat etmeğe başladı. Yedi dirhem parası vardı. Bunları sadaka vermelerini söyledi. Hastalığı ile meşgul olduklarından telaşla unutmuşlar, dağıtmamışlardı. Bir ara hastalığı hafifleyince; "Paraları ne yaptınız?" diye sordu.

                Hz.Âişe; "Duruyor" dedi.

                Onları getirtti. Avucuna alarak; "Bunlar elde dururken ölürsem, Allah hakkındaki îtikâdım nice olur?" dedi ve hepsini fakirlere sadaka olarak dağıttırdı.

                Vefâtında nakit olarak hiç parası kalmadı. Biraz ev eşyası ve malı vardı. Zevcelerine hisselerini ayırdıktan sonra, kalanını müsâfirlere, gelen heyetlere, yoksullara, yolculara sarf olunmak üzere vasiyet etti. Nesi varsa ümmetine bıraktı. Başka geriye mal bırakmadı.

                Kalan eşyaları ise şunlardı: Elbisesi, iki kilim, bir çarşaf, birkaç su kabı, tarak, makas, misvak ve yattığı sediri. Bu eşyalar zarûri ihtiyaçlardı. Bir de gümüş mührü vardı. Mührün üzerinde; «Muhammed-ün Rasûlüllah» yazılı idi.

                Bu mührü daha sonra, Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer ve Hz.Osman kullanmıştır.    

            Kızı Hz.Fâtıma İle Başbaşa

                Hz.Fâtıma, her gün gelerek, Hz. Âişe'nin odasında yatmakta olan babasını ziyâret ederdi. Hayatta kalmış tek evlâdı o idi. Bir def'asında Hz.Fâtıma; "Kim bilir ne acılar çekiyor babacığım." deyince,

                Allah Rasûlü, O'na; "Babasının sevgili kuzusu! Bugünden sonra babacığın hiç acı çekmeyecek." cevabını verdi. Bu söz, bu elem dünyâsından göçeceğine işâretti.

                Yine bir defâsında, Peygamber Efendimiz, kızı Hz.Fâtıma'yı yanına çağırarak, kulağına bir şeyler söyledi, Hz.Fâtıma ağladı. Tekrar bir şey söyleyince, tebessüm etti.

                Hz.Âişe sordu. Hz.Fâtıma şöyle cevap verdi: "Önce ölüm haberini duyunca üzüldüm ve ağladım. Sonra «Ehli Beyt'imden ilk yanıma gelen sen olacaksın.» buyurunca, O'na tekrar yakında kavuşacağım için sevindim." dedi.

                Zerâfet timsâli Hz.Fâtıma, babasından altı ay sonra Rahmet-i Rahmân'a kavuştu. Fakat, arkasında Allah Rasûlü'nün kokusunu taşıyan Hz.Hasan ile Hz.Hüseyin'i bıraktı.

                «Allâh'ın selâmı, bereketi ve mağfireti onların üzerine olsun.»  

            Hastalığı Esnâsındaki Hutbeleri

                Kâinâtın Efendisi, hastalığı esnâsında, birkaç defa Eshâbına nasîhatlarda bulundu. Ensar ile Muhâcirlerin kardeşçe geçinmelerini tavsiye etti ve şöyle buyurdu: "Benim irtihâlimi düşünüp telâş ediyormuşsunuz. Hiçbir peygamber ümmeti içinde ebedî kaldı mı ki, ben de kalayım. Ben Hak Teâlâ'ya kavuşacağım ve buna hepinizden ziyâde lâyıkım. Ben size şefkatli ve merhametliyim. Sizler yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer Havz-ı Kevser kenarıdır. Her kim orada Benimle buluşmak isterse, elini ve dilini kötülüklerden tutsun.

                Ey halk!

                Günah ve mâ'siyet, ni'metin değişmesine sebep olur. Eğer halk, yâr ve mûti olursa, emirler, âmirler ve baştakileri de öyle olur. Eğer halk fâcir olursa, onlar da ona göre olur."

                Rasûlü Ekrem, Mescîd-i Nebevî'nin minberine oturarak; "Allâhü Teâlâ, bir kulunu dünyâ ile âhiret arasında serbest bırakmıştır, kul da âhireti seçmiştir." buyurdu. Bu ifadeleri ile Peygamber Efendimiz kendisini kasdedip irtihallerine işaret buyuruyorlardı.

                Hz.Ebû Bekir, Rasûlü Ekrem'in ne demek istediğini anlamış ve ağlıyarak şöyle demişti: "Annelerimiz, babalarımız sana fedâ olsun Yâ Rasûlellah".

                Peygamber Efendimiz, onun sözlerini keserek halka nasîhat etmeğe başladı. Hz.Ebû Bekir'den çok memnun olduğunu söyledi. "Sohbetinde ve malında bana emniyetli insan Ebû Bekir'dir. Eğer bir dost edinseydim, mutlaka Ebû Bekr'i edinirdim. Fakat, İslam kardeşi edindim." buyurdu.

                Mescide açılan bütün kapıları kapattırdı. Yalnız, Ebû Bekr'in kapısını kapattırmadı. Daha sonra odasına girdi.

                Bir gün Hz.Ebû Bekir sabah namazını kıldırırken, Allah Rasûlü kendinde bir hafiflik hissederek mescide geldi. Müslümanların namaz manzarası onu çok memnun etti. Onların toplulukları ile kalbi mutmain oldu. Kendinden sonra, Hz.Ebû Bekri'nis Sıddık (R.A.) gibi bir kimsenin, O'na hâleflik etmesine çok sevinerek tebessüm etti. Eshab ise, Yüce Rasûl'ü görünce sevinçlerinden namazlarını bozacaklardı. Allah Rasûlü'nü artık iyi oldu zannettiler. Hatta, Hz.Ebû Bekir birazcık geri çekildi. Peygamberimiz, onu sırtından öne doğru iterek sağ yanına oturdu. Eshâbıyle namazını edâ etti. Namaz bitince Eshâbına dönerek kuvvetli bir sesle şöyle hitâb etti:

                "Ey insanlar!

                Ateş yakıldı. Fitne gece karanlığının gelişi gibi yaklaştı. Ben Kur'ân'ın helâl ettiğini helâl, haram ettiğini haram ettim. Allah, Peygamberlerinin kabirlerini mescid edinen kavme lânet etti".

                Bununla Peygamber Efendimiz, kabirleri çok fazla büyüterek, putçuluğa gidilmesini önlemeğe işâret ediyordu. Allah Rasûlü, Eshâbının terbiyesini hiçbir an bile ihmal etmemişti. Hatta ölüm döşeğinde bile.  

            Vasiyetnâme Yazdırmak Arzusu

                Rasûlü Ekrem, hastalığı ağırlaştığı zaman bir şey yazdırmak düşüncesiyle kâlem kağıt istedi. Ne yapacağını anlamadıkları için; «Acaba hastalığın te'siri ile mi yapıyor» diye konuşanlar oldu. Hastalığı hâlinde O'nu rahatsız etmeyelim dediler. Bunun üzerine yazdırmak istediği yazılmadan kaldı.

                Acaba ne yazdıracaktı?

                Üstazlarımızın beyânı odur ki; «Men kâle lâ İlâhe İllallâh Muhammed-ün Rasûlüllâh, hâlisan ve muhlisan dehâle'l-Cenneh (Her kim ki hâlisan ve muhlisan lâ İlâhe İllallâh Muhammed-ün Rasûlüllâh, derse Cennete dâhil olur.)» yazdıracaktı. Çünkü daha evvel Kelime-i Tevhid'den konuşmuştu.  

            Mübârek Ağzından En Son İşitilen Söz

                Kâinât'ın Yüce Efendisi, hicretin onbirinci senesi, Rebîulevvel ayının 12. Pazartesi günü duhâ (kuşluk) vaktinde, dünyâ âleminden âhiret âlemine intikal etti (8 Haziran 632). Mübârek ağzından en son işitilen söz; "Refîki A'lâ'ya, Refîki A'lâ'ya! (En büyük dosta, En büyük dosta)" demek oldu.

                Melekler selâmlayıp sevinmeğe, mü'minler de ağlayıp üzülmeğe başladılar.

                Memâtın da hayâtın gibi temiz ve pâk Yâ Rasûlallâh.

                Sonsuz salât ve selâm; Peygamber Efendimiz'e, O'nun Ehl-i Beyt'ine ve bütün Eshâbı'na olsun. ( Â m î n )  

          SON VAZİFENİN ÎFÂSI

                Eshâbı Kirâm, acı haberi gözyaşları içinde öğrendiler. Medîne-i Münevvere'yi mâtem havası kapladı. Bâzıları buna inanmak istemiyordu.

                Hz.Ömer, hüznünün şiddet ve dehşetinden ölüm haberini kabul edemedi. Peygamber Efendimiz'e bağlılığından gelen heyecan içerisinde kılıncını çekerek; "Her kim Muhammed (S.A.V.) öldü derse boynunu uçururum." diye feryad ediyordu.

                Nihâyet, vakûr hâliyle Hz.Ebû Bekir (R.A.) geldi. Peygamber Efendimiz, Hz.Âişe'nin odasında örtülü halde duruyordu. Diz çöktü. Öperek ağlamağa başladı. Tekrar alnından öperek; "Vallâhi Rasûlüllah vefât etmiştir. «İnnâ Lillâhi ve innâ ileyhi râciûn»" dedi ve şöyle buyurdu: "Bu büyük insanı, nefsimi elinde bulunduran Allah vefât ettirdi. Salât ve selâm üzerine olsun Ey Allâh'ın Rasûlü! memâtında da, hayâtında da ne kadar güzelsin."

                Hz.Ebû Bekir (R.A.) göz yaşlarını silerek mescide gitti. Halk mescidde toplanmış, fakat durumları şaşkın, karışık bir havayı ifâde ediyordu.

                Eshâbı Kirâm, Hz.Ebû Bekr'i görünce toplandılar. Fakat Hz.Ömer, hâlâ tehditten vazgeçmemişti.

                Hz.Ömer'e yaklaştı. Şöyle hitâb etti; "Sakin ol Yâ Ömer".

                Daha sonra Allâh'a hamd etti, Rasûlünü övdü ve şöyle konuşmağa başladı: "Ey insanlar, kim Muhammed (S.A.V)'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed (S.A.V.) ölmüştür. Kim de Allâh'a ibâdet ediyorsa, bilsin ki Allâhü Teâlâ diridir, ebedîdir".

                Daha sonra Âli İmran Sûresi'nin 144. âyetini okudu.

                Âyet-i Kerîme'nin meâli: "(Size hakikî ve ebedî bir rehber olan) Muhammed, ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de birçok Rasûller geçti. O, eğer ölse veya öldürülse, (Siz, Nûru bırakıp zûlmete) ökçelerinizin üzerine, gerisin geriye dönü mü vereceksiniz? Kim ki iki ökçesinin üzerine geri dönerse, bilsin ki Allâh'a hiçbir şeyle zarar vermez. (Dönüş, dönenin kendi aleyhinedir.) Allah, ahdinde durup, sebat ve şükredenleri mükâfatlandıracaktır."

                Bu sırada, Eshâbdan bir kısmı toplanarak Müslümanlara seçilecek reisi, halîfe (emir) mes'elesini müzâkere etmeğe başladılar. Müzâkere ve müşâvereler neticesinde, Hz.Ebû Bekir (R.A.) halîfe, emir seçildi.

                Hz.Peygamberimiz, hastalığında, imâmete Hz.Ebû Bekr'i tâyin etmişti. Bu da, onun halîfeliğine, emirliğine işâret oluyordu.

                Hz.Ömer; "Ver elini." dedi ve O'na ilk bîat eden oldu.

                Bunu diğer Eshab tâkip etti, hepsi bîat etti. Mes'ele hallolundu.

                Müslümanlar, başlarına Hz.Ebû Bekr (R.A.)'ı hâlife seçtikten sonra Peygamber Efendimiz'i, O'na en yakın olan Hz.Ali yıkadı. O'na amcası Abbas ve oğlu Fadıl, Üsâme bîn-i Zeyd, kölesi Şükran yardım etti. Daha sonra pamukdan üç beyaz beze kefenlediler.

                Peygamber Efendimiz'in cenâze namazını önce melekler kıldılar. Sonra da sırasıyla Ehl-i Beyt'in erkekleri, kadınları ve çocukları kıldılar. Diğer mü'min erkekler, kadınlar ve çocuklar da takım takım gelerek yalnız başlarına namâzı kıldılar. Cenâze namâzının bu şekil kılınması Peygamber Efendimiz'in vasiyyeti idi.

                Hz.Ali de; "İmamsız, yalnız başına cenâze namâzı kılınır mı, diye şüphe edilmesin. Allâh'ın Rasûlü, hem hayâtında, hem de vefâtında sizin imâmınızdır." buyurdu.

                Techîzi bitip, namaz kılındıktan sonra, nereye defnedileceği müzâkere edildi. Bâzıları Mekke'ye, bâzıları Mescidine, bâzıları Bakî-ul Garkad kabristanlığına, Eshâbının yanına, bâzıları da Peygamberlerin makâmı olan Kudüs'e defnedilmesini ileri sürdüler. Hz.Ebû Bekir; «Peygamberler öldükleri yere defn olunurlar» Hadîs-i Şerif'ini beyân edince, ihtilaf ortadan kalktı ve Hz.Âişe'nin odasına defnedildi.

                Rasûlü Ekrem Hazretlerinin bu mubarek kabrini kazan şahıs, Ensârdan Ebû Tâlhâ Hazretleridir. Buraya «Ravza-i Mutahhare» denir  

            EN GÜZEL SONUÇ

                Peygamber Efendimiz vefât etti. Fakat, Müslümanlara öyle sağlam şeyler bıraktı ki, bunlara sarıldıkları müddetce hiçbir şey kendilerine zarar veremeyecektir. Onlar da, hiçbir yönden bâtılın gelemeyeceği başta «Allah Kelâmı, Kur'ân-ı Kerim» ve sünneti seniyyedir.

                Ayrıca, «Eshâbı Kirâm'ı» bıraktı ki Onlar dîni açıkladılar. Zûlmü kaldırıp adâleti yerleştirmek üzere beldeler fethettiler, dünyâ üzerine İslam güneşini doğdurdular. Böylece Allâh'ın Nûru tamamlandı ve O'nun vaâdi tahakkuk etti.  

ESHAB'DA RASÛLÜLLAH SEVGİSİ

                Târih, Eshâbı Kirâm'ın Peygamber sevgisi gibi bir sevgi kaydetmemiştir. Şu hâdiseler bunu te'yid eder:

                Mekkeliler İslam oldukları için Zeyd bîni Disne ve Habib bîni Adiyy'i öldürmek istemişlerdi. Zeyd (R.A.) tam öldürüleceği zaman Ebû Süfyan, O'na şöyle hitâb etti: "Şimdi senin yerinde Muhammed (S.A.V.)'in olmasını ister misin? Onun boynu vurulsun. Sen de âilenin yanına git!".

                Zeyd şöyle cevap verdi: "Ben, âilemin yanında otururken, Allah Rasûlü'nün ayağına bir dikenin bile batmasına razı olmam".

                Ebû Süfyan şöyle dedi: "İnsanlardan Muhammed (S.A.V.)'in Eshâbı gibi Muhammed (S.A.V.)'i seven bir kavim görmedim."

                Habib bîn-i Adiyy ise, öldürülürken şu şiiri okudu: "Madem ki Müslüman olarak öldürülüyorum, o halde ölüme hiç önem vermem. Benim mücâdelem, ne yönde olursa olsun, ancak Allah içindir. Eğer, Allah dilerse parçalanan her uzvu mübârek kılar."

                İbni İshak'ın bildirdiğine göre; Ensar'dan bir kadın Uhut harbinde kocasını, babasını, kardeşlerini kaybeder. Yâni hepsi şehid olurlar. Bu durum kendisine duyurulunca, şöyle sorar: "Allah Rasûlü nasıldır?".

                Eshab derler ki: "Allah Rasûlü sıhhattedir."

                "Bana gösterin, O'nu göreyim." dedi ve nihâyet gördü.

                O'nun hayatta olduğunu görünce tatmin oldu ve şöyle dedi: "Bütün musîbetler, O hayatta olduğu için küçük sayılır."

                Rasûlüllah'ın Sevban adında bir hizmetçisi vardı. Allah Rasûlü'nü o kadar çok severdi ki O'na hiç sabredemezdi. Yâni, O'nsuz hiç yaşayamazdı.

                Bir gün, Rasûlüllah'a hüzün içinde, çok üzgün bir halde geldi. Rasûlüllah O'na hâlini sordu.

                Sevban şöyle cevap verdi: "Ey Allâh'ın Rasûlü! Hiçbir yerim ağrımıyor, yalnız sizi birkaç gündür göremedim. Size karşı içim doldu. Sizi çok özledim. Âhirette sizin yerinizin, ûlvi bir yer olması hasebiyle, orada sizden uzak kalacağımdan korktum. Ayrılık korkusu beni bu hâle düşürdü".

                Bu esnâda, Allâhü Teâlâ şu âyeti indirdi: "Kim Allâh'a ve Peygambere itâat ederse, işte onlar; Allâh'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, iyi adamlarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır".

                Bu Âyeti Kerîme gelince kederi gitti ve sıhhati eski hâline döndü.

                Hz.Bilâl'ın ölümü yaklaşınca âilesi ve çocukları çok üzülüyorlardı ve üzüntülerini «Ne büyük felâket» diye açıklıyorlardı. Halbûki, Hz.Bilâl ise şöyle diyordu: "Ne güzel lûtuf. Yarın, Allâh'ın sevgilisi Muhammed (S.A.V.) ve O'nun Eshâbıyla beraber olacağım."

                İmânın tatlılığı ve muhabbetin önemi hakkında Fahri Kâinât Efendimiz şöyle buyuruyorlar: "Üç şey kimde bulunursa, îmânın tadını tam olarak alır;

                Allah ve O'nun Rasûlü'nü herşeyden daha fazla sevmek,

                İnsanları ancak Allah için sevmek,

                Cehenneme girmeği kötü gördüğü gibi küfre dönmeği de öyle kötü görmek."     

            PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN ŞEKLİ VE ŞEMÂİLİ

                Peygamberler ve bütün târihi şahsiyetler arasında, şekil ve şemâili, en ufak husûsiyetlerine varıncaya kadar bilinen ve nesilden nesile naklolunan bir peygamber ve târihî şahsiyet varsa, o da ancak bizim Peygamberimiz Muhammed'ül Mustafa Sallallahü Aleyhi Vesellem'dir.

                Peygamberimiz'in dâmâdı Hz.Ali ve üvey evlâdı Hz.Hind'e göre şekli ve şemâili şöyle idi:

                Her ululuk, Rasûlüllah'da toplanmıştı.

                Yüzü ayın ondördü gibi parlardı. Teni, kırmızı ile karışık, ak ve güzeldi.

                Ne uzun ne de kısa boylu idi. O, herkesten ayrılan bir orta boylu idi.

                Saçı, ne dümdüz, ne de kıvırcıktı. Hâreli idi. Saçı, kendiliğinden ikiye ayrılıp yanlarına dökülürse, onları birleştirmezdi. Birleştikleri zamanda da onları ayırmayıp, oldukları gibi bırakırdı. Saçını uzattığı zaman kulaklarının memesini aşardı.

                Alnı, açık ve genişti. Kaşları, uzun ve kavisli idi. Kaşlarının uçları ince, araları çok yakındı, fakat, çatık değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki, kızgınlık zamanında kabarır, görünürdü.

                Burnunun iki kaş arasında başladığı yer, yüksekçe, burnunun ucu da ince idi. Bundaki denklilik ve ölçülülük, dikkat edenlerin gözünden kaçmazdı. Burnunda ayrı bir parlaklık da vardı.

                Sakalı, sıktı. Yanakları düzdü, yumru ve tombul değildi. Ağzı, tabîi bir büyüklükte idi. Dişleri inci taneleri gibi idi. Göğsünden, göbeğine kadar, çizgi gibi inen ince tüyler vardı. Boynu uzunca idi. Gümüş gibi ak ve pâktı.

                Bütün uzuvları düzgündü. Ne şişman, ne de zayıftı; İkisinin ortası, sıkı etli idi. Karnı ve göğsü bir seviyede idi. Çıkık değildi. Göğsü ve iki küreğinin arası genişti. İri yapılı, iri kemikli idi. Soyunduğu zaman vücudundan nur saçılırdı. Vücudu, kıllı değildi. Yalnız, omuz başlarında, pazularında biraz kıllar vardı.

                Bilek kemikleri uzun, el ayaları genişti. El ve ayak parmakları kalınca ve uzunca idi. Ayaklarının altı düz değil, çukurca idi. Ayakları, hafif etli idi, üzerine su döküldüğü zaman etrafa yayılırdı.

                Yürürken, ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi önüne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahatça yürürdü. Bakmak istediği zaman, bakacağı tarafa bütün vücudu ile dönerek bakardı. Etrafına gelişigüzel bakınmazdı. Yeryüzüne bakışı, semâya bakışından çoktu. Yeryüzüne bakışı da göz ucu ile idi.

                İki küreği arası enli, kendisinin Peygamberler hâtemi olduğu, omuz kürekleri arasındaki Peygamberlik Mührü'nden belli idi.

                Kâvim ve kabîle yönünden de insanların en şereflisi idi.

                O'nu birden bire görenler, mânevi bir vakar ve heybetinden sarsılırlar, kendisini yakından tanıyınca da O'na en derin sevgi ile bağlanırlardı. O'nun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen: "Ben, ne ondan önce, ne de sonra O'nun bir benzerini görmedim!" demekten kendisini alamazdı.

RASULÜ EKREM'İN MEKÂRİMİ AHLÂKI

                Peygamber Efendimiz, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir. Onun için, O'nun her hâli ve sözü fazîlettir.

                Hz.Peygamberimiz, insanların en güzel ahlâklısı idi. Çünkü O, Kur'ân ahlâkı ile ahlâklanmıştı.

                Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Kötülüğü, kötülükle karşılamaz, affeder ve bağışlardı. Peygamberimiz'in ağzından hiçbir zaman hak ve gerçek sözden başkası çıkmazdı.

                Rasûlü Ekrem'in sözü gâyet açık ve düzgündü, konuşmaları her türlü noksanlıktan ve fazlalıktan uzaktı. Onu işiten hemen ezberleyebilirdi. Hz.Âişe (R.Anha) şöyle buyurur: "Allah Rasûlü'nün kelâmı gâyet açıktı ve O'nunla oturan hemen O'nun sözlerini ezberleyiverirdi..."

                O kadar ağır konuşurdu ki, birisi arzu etse kelimeleri sayabilirdi...

                Eshab'ından bâzısı Peygamberimiz'e; "Biz Senden daha edebî konuşan bir kimse görmedik" dediklerinde,

                Peygamberimiz; "Bu gâyet normal, Kur'ân benim lisânımla geldi. Öyle bir lîsan ki fasih Arabça" buyurdu.

                Bir gün, Hz.Ebû Bekir (R.A.) Rasûlüllah'a şöyle dedi: (Hz. Ebû Bekir kavminin en iyi neseb ve şecere bileniydi.) "Bütün Arabistan'ı dolaştım. Onların fasih konuşanlarını dinledim. Sizin gibi fasih ve beliğ konuşanını görmedim".

                O'na Peygamberimiz şöyle cevap verdi: "Beni Rabbim edeblendirdi. Hem de en güzel bir şekilde".

                Büyük edib Câhız, Allah Rasûlü'nün fesâhatı hakkında şöyle söyler: "Allah, Rasûlü'nün sözlerinin içine güzellik ve sevgi koymuştur. Allah Rasûlü konuştuğu zaman, kimse tekrar etmesine ihtiyaç hissetmezdi. Sözlerinde hiçbir eksiklik yoktu. Hâtâ yapmazdı. Karşısına, fesâhatta hiçbir kimse çıkamazdı. O'nu kimse, hitâbette geçemezdi. Çok kısa sözlerle uzun hutbeler okurdu. O ancak doğru konuşurdu. Hiçbir kimse Allah Rasûlü'nün sözlerinden daha fâideli, daha doğru hiçbir söz işitmemiştir."

                O, Eshâbı ile tatlı tatlı konuşur sohbet eder, hatta şakalaşırdı. Küçükleri okşayıp sever, onları sevindirirdi.

                Zengin, yoksul, köle demez, herkesin hatırını sorar, gönlünü alırdı. Fakirlerle birlikte otururdu. Köleler arpa ekmeğine bile dâvet etseler, dâvetlerine icâbet ederdi.

                Dullar, zayıflar ve kimsesizlerle birlikte yürümekten, onların ihtiyaç ve dileklerini yerine getirmekten arlanmaz ve onurlanmazdı.

                Peygamberimiz, toprak üzerinde oturur ve yemeğini de yerde yerdi. Kimsenin kalbini kırmazdı.

                En kenar mahallelerden bir kimse hastalandı mı, gider ziyâret eder hatırını sorardı.

                Herkese selam verir, karşılaştığı kimsenin elini sıkardı. Herkese tatlı söz söyler, güler yüz gösterirdi. Hiçbir zaman aşırılığı sevmezdi. Tevâzû sâhibi idi.

                Bir gün, adamın biri ziyâretine geldiğinde, huzûrunda titremişti. Ona; "Arkadaş, korkma, ben hükümdar değilim. Ben, Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum" demişti.

                Sâde fakat, temiz giyinirdi. Temizliği severdi. "Temizlik îmândandır" buyururdu. Pislikten ve fena kokulardan asla hoşlanmazdı. Câmiye temiz gelmelerini Eshâbına tembih ederdi.

                Âile hayâtında hüsn-ü muâşeret sâhibi, çok geçimli idi. Evinde boş oturmazdı. "Bu dünyâda dört şeyden hiç hoşlanmam, onlardan Allâh'a sığınırım: Korkaklık, cimrilik, tembellik bir de pislik." buyururdu.

                Hizmetçilerine bile bir defa "of! aman!" dediği işitilmemişti.

                Gönlü insanlık sevgisi ile dolu idi. En çok, şefkata muhtaç olan yoksullara, öksüzlere, çocuklara merhamet gösterirdi.

                Bir gün çocuğu severken onu gören bir bedevi, "Siz küçükleri çok seviyorsunuz. Benim on torunum var. Bir tanesini bile kucağıma alıp sevmem" deyince,

                Peygamber Efendimiz, ona; "Senin kalbinde merhamet yoksa ben ne yapayım. Merhamet etmeyene merhamet olunmaz." buyurdu.

                O'nun sevgisi hudutsuzdu. Hayvanlara karşı bile merhametli davranmağı öğretmiştir. Kapıda seslenen bir kediyi eliyle içeri almıştı. Hastalanmış bir hayvanın tedavisiyle meşgul olurdu. Susuz kalmış bir köpeğe, ayakkabısıyla su çekip veren kimsenin günahı dahi olsa onu cennetle müjdelemişti. Bir kediyi aç bırakan kadının, bu yüzden azap göreceğini bildirmişti.

                Susuz kalmış bir ağacı sulayana, sevap yazıldığını haber vermişti.

                Peygamber Efendimiz'den bir şey istendi mi asla yok demezdi. İstenilen şey yanında bulunursa onu yerine getirir, bulunmazsa vaad ederdi. Cömertliğin hepsi kendisinde mevcuttu.

                O her hususta fazîlet timsali idi.

                O, BÜTÜN ÂLEMLERE RAHMETDİR.

                 ( RAHMET'EN LİL ÂLEMÎNDİR.)  

                Salât Sana, selâm Sana, Ey Allâh'ın Rasûlü!

                Seni hakkıyla bilen ve öven, Âlemlerin Rabbi Allâhü Teâlâ'dır.

                Sen, «Rahmet'en Lil âlemînsin!»

                Sen, «Hâtem'ül Enbiyâ'sın!»

                Sen, «Levlâke, Levlâke, Lemâ Halakt'ül Eflâk» hitâbı izzetinin muhâtabısın.

                Sen, «Muhammed Mustafâ'sın» (Allâhümme salli alâ Seyyidinâ Muhammed'in ve alâ alihî ve sahbihî ve sellim.)  

 

[1] [İhram: Müslüman, farz hac veya umreye niyet ettiğinde, üzerindeki elbisesini çıkarır ve kumaştan, iki parça halinde, dikişsiz bir kumaş parçası giyer. Bu parçalardan birini, göbeğinden aşağı ve bacaklarına örter ki, buna «izar» adı verilir. Diğer parçayı da omuzlarına örter ki buna da «rida» adı verilir. İhramın Hac'daki mevkii, tekbirin namazdaki mevkii gibidir. Müslüman ihramı giyince, daha önce helâl olan birçok şeyler haram olur. Tabî ki bu ihram, erkekler içindir. Kadınlar elbiselerini çıkarmazlar. Ancak yüzleri açık kalır. İhram giymeden önce gûsletmek, yıkanmak sünnettir.

[2] [Telbiye, şu duâyı okumaktır: «Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk, Lâ şerîke leke Lebbeyk, innel hamde ve'n niğmete, leke, vel mülk, Lâ şerîke lek.» Bunun mânâsı ise; "Allâh'ım, biz Senin dâvetine icabet eder, zâhiren ve bâtınen Sana itaat ederiz. Sen'in ortağın yok. Hamid ve niğmet, mülk Sen'in içindir. Bunu da Kâbe'ni ziyaret etmekle tam olarak gösteriyoruz."

   Tıpkı (teşbih olmasın), baban seni çağırıyor ve ona diyorsun ki; "evet babacığım ben senin bütün hizmetine hazırım." İşte böyle bir hâl.

[3] [Hacer-ül-Esved: Kabe'nin doğu köşesinde birbuçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yakutlarından olan parlak siyah taş. Esas adı Hacer-ül-Esad'dır. Bu taş içerisinde Cenab-u Hakk'a Elestü bezminde verdiğimiz ahidnamenin bir sureti bulunmaktadır. Bu mubarek taş yeryüzüne ilk indirildiğinde beyazdı. Günahkar insanların ellerini, yüzlerini sürmesi ile üzerine zulmetten manevi siyah bir perde çekilerek Hacer-ül-Esved adını almıştır. Piranımız, Velâyet-i Ulya'ya sahip olan evliyaullah'ın o mübarek taşı bembeyaz gördüklerini beyan etmişlerdir. Hacer-ül-Esved'in kendisine has çok hoş bir kokusu vardır. Ziyaret edenler hissederler.]

[4] [Veda Hutbesi adıyla anılan bu hutbe, M.:632, Hicretin 10. yılı, Zilhicce ayının dokuzuncu arefe günü, Veda Haccı'nda Sevgili Peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimiz tarafından, onbinlerce Sahâbeye Arafat'taki Rahmet dağı üzerinde îrad edilmiştir.]

[5] [Kölelik, aslında İslamla gelmiş bir müessese değildir. İslamdan önce de kölelik vardı. Ancak İslâmiyet onu düzene sokmuş ve kölelere bir takım insani haklar temin eden sisteme oturtmuştur. Cenâb-u Hakk, kendisine imân etmeyenleri, imân eden kullarına "köle (hizmetçi)" yapıyor ki,  onlar da imân eden kulları vâsıtasıyle kendisini tanısınlar, imân etsinler, böylece ebedî hayatlarını kazansınlar diye. Nitekim, Müslüman efendilerine köle olarak gelenlerden, Müslüman olmayan kalmamıştır.    

     İslâmın kölelik mevzuuna dudak büken düşmanların, kulakları çınlasın. İslâmda kölelik kalkmış değildir. Fakat, dînimiz bir kısım şer'i cezâların keffâretinin köle âzâdı ile ödenmesini emretmiştir. Bunun hikmeti; hürriyetine kavuşan köle ile kavuşturan sâhibi arasında kardeşlik ve birliği sağlamaktır. Kölelik, din düşmanlarının dedikleri gibi İslâmın alnında siyah bir leke değil, bilâkis İslâmın âlicenaplığını gösteren şâhitlerden biridir. Çünkü, Müslümanlar kölelerine, Avrupalıların yaptıkları gibi, zûlüm ve işkence değil, şefkat ve merhametle me'murdurlar. Nitekim, Rasûlüllah Efendimiz'in bu hutbedeki emri de bunu gösterir. Gerçekten Müslümanlar, bu emre büyük bir sa dâkat ve samimiyetle itâat etmişlerdir. İslâmın ilim âfâkında parlayan yıldızların pek çoklarının azledilmiş köleler olması, bunun ilk şahididir.]

 
 
 
 

Copyright © 2008 WwW.OnceDinimiZ.Tr.gg  Tüm Hakları Saklıdır.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol