Önce DinimiZ
  DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU
 




Peygamberimizin Doğumu

        Resûl-i Ekrem'in doğum meselesi, tarihçileri şaşırtmış, ihtilâflı bir konu halini almıştı. Doğum yılı olarak 569 ve 570 tarihlerini ileri sürenler bulunduğu gibi, 571 tarihi üzerinde ehemmiyetli bir surette duranlar vardır.
        Mısır Rasathanesi eski müdürlerinden astronomi âlimi, Mısırlı "Feleki Mahmud Paşa" 1858 tarihinde Fransızca bir risale kaleme almış, Resûl-i Ekrem'in doğum ve hicret tarihleri hakkında yeni ve ilmî bilgiler vermişti (58).
        Mahmud Felekî der ki:
        — "Buhârî"nin bildirdiğine göre, hicretin onuncu senesi, Hazreti Peygamber'in küçük oğlu "İbrâhim'in öldüğü gün güneş tutulmuştu. O zaman Resûl-i Ekrem altmışüç yaşında bulunuyordu. Onuncu hicret yılında görülen güneşin bu küsûf hâdisesi, mîlâdın 632 nci yılında, Ocak ayının yedinci gününe rastlamaktadır. Bu tarih esas tutularak, Resûl-i Ekrem'in ay senesi-ne göre altmışüç yıllık hayatı, geriye doğru hesaplanırsa, doğum tarihi 571 senesi Nisanının 13 üncü ve Rebîulevvelin birinci günü olmuş olur (59).
        "Riyâzulmuhtâr" adlı eserin sahibi Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Mahmud Felekî'nin bu fikirlerini şöyle anlatıyor:
        — "Müşteri" burcu ile "Zühal" burcu 30 Mart 571 tarihinde "Akrep" burcunda toplanmış. Resûl-i Ekrem de o tarihte doğmuştur. Yalnız, 13 Nisan Pazara rastlar. Rebîulevvelin ilk yarısında bulunan Pazartesiler ise, iki ile dokuz Rebîulevvel günleridir."
        Hazreti Peygamberin altmışüç yaşını tamamlayarak, Rebîulevvelin birinci günü vefat etmiş bulunduğu ( 60) gözönüne alınırsa (61), doğumunun da, altmış üç yıl önce, Rebîulevvelin birinci günü olması lâzımdır. Ancak, Rebîulevvelin birinci günü Pazara rastladığı için, doğumunun bir gün sonra (2 Rebîulevvel: Pazartesi) olacağında şüphe yoktur. Çünkü, ölüm hâdisesi: Rebîulevvelin birinci Pazartesi günü zevalden (öğleden) sonra idi. Doğumu da Rebîulevvelin ikinci günü Pazartesi sabahı tan yeri ağarırken vukua gelmiş olacağına göre, Rebîulevvelin birinci günü öğleden sonraki ölüm vak'ası ile ikinci günü sabaha karşı olan doğum hâdisesi arasında bulunan zamanın ne kadar az olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.
        Âlî Tarihi de şöyle diyor: — Resûlullah -sallallahualeyhi ve sellem- Pazartesi, gecesi, Fil senesi ve rivayette: Rebîulevvelin 12 nci gecesi dünyaya teşrif buyurdular."
        Ahmed Râsim, şu neticeye varmıştır:
        — Bütün bu rivayetlerin en doğrusu: Peygamberimizin doğumunun Rebîulevvel ayının 12 nci gecesine tesadüf ettiğini bildiren rivayettir. İslâm dünyası bu rivayeti kabul etmiş, Osmanlı halifeleri (padişahları) tarafından da bu gecenin "Mevlid-i Nebî" gecesi olmak üzere merasim yapılması emrolunmuştur."(62). Bununla beraber, 12 Rebîulevvelin Pazartesiye rastlamamış olduğu unutulmamalıdır.
        Resûl-i Ekrem'in doğumuyla ilgili, şu mühim açıklamayı, Ömer Rıza Doğrul'un kaleminden dikkate! okuyalım: — Hazreti Peygamberin doğduğu gün, ay ve yıl üzerindeki bu ihtilâfların hikmetini anlamak için, İslâm’ın rûhuna nüfuz etmek lâzım. Bütün bu ihtilâfları kaldırmak mümkündü. Çünkü, Peygamberim.iz devrinde, bu değerli hâdlse, tahkik edilir ve kat'î tarihlere bağlanabilirdi. Peygamberlerinin hayatını en ince noktalarına varıncaya kadar inceleyen ashâb için, bundan kolay bir şey düşünülemezdi. 0 halde bu kolay iş niçin yapılmadı?
        Müslümanlıkta "Kudsiyyet", yalnız bir varlık üzerinde toplanmıştı. 0 da:
        Hazreti Allah'tır. Başka hiçbir varlığa kudsiyyet vermek câiz değildir. Onun için, İslâm anlayışında "Mukaddes hâtıra" yoktur. Bir güne, bir adama, bir hâtıraya veya başka bir şeye kudsiyyet atfetmek; puta tapıcılığın şekillerinden biridir. Müslümanlık ise, puta tapıcılığın amansız düşmanıdır.
        İslâm dini, müslümanlar arasında, puta tapıcılık ananelerinin yaşama-sına en kat'î muhalefette bulunduğu için, ilk müslümanlar; mukaddes gün, mukaddes adam, mukaddes hâtıra diye hiçbir miras bırakmamışlar, Allah'ın unutularak, bütün kudsiyyetin Allah'tan başka, birtakım şeylere atfolunmasını istememişlerdir.
        Asr-ı Saâdet müslümanları, daha sonraki müslümanları, puta tapıcılığın herhangi şekline saptıracak hareketten sakınmışlar, müslümanların birtakım görenekler vücuda getirmelerine engel olacak her tedbiri önceden almışlardır. İlk müslümanların çok derin ve yüksek mânâlar taşıyan bu hareketi, hakikaten tebcile lâyıktır. Daha sonraki müslümanlarsa, Peygamberin doğduğu güne kudsiyyet vermek arzusuyla hareket ederek araştırmalarda bulunmuşlar, bu yüzden ihtilâflara düşmüşlerdir.
        Hazreti Peygamberi anmak ve O'nu tebcil etmek isteyen bir müslümanın herhangi birgüne saplanmasına lüzum yoktur. Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir ve o şahsın örnek tanınmasındadır. O şahsiyete karşı gösterilecek hürmet, şu veya bu günde merasim yapılmakla ifa edilmiş olmaz. Belki, O'na, en samimî bağlarla bağlanmak ve O'nun rûhunu yaşatmakla mümkün olabilir.
        Bu yüzden, Asr-ı Saâdet müslümanları, mübarek tanıdığımız günlerden hiçbirinin tarihini tesbit etmediler. Çünkü, o mübarek günlerin hâtıralarını belli bir zamana bağlamak istemediler. Belki, müslümanların o hâtıraları daima yaşamasını ve yaşatmasını öğrettiler.
        Bu nükteyi anlamıyanlar, gün yıl, saattayini için ihtilâflara düştüler. için-den de çıkamadılar. Hakikatte, müslümanların "mübarek günler" diye bir şey tanımaması, onun en belli başlı vasıflarından biridir. Çünkü müslümanlık nazarında mübarek olmayan hiçbir gün ve hiçbir saat yoktur. O günü, o saati müslümanca, Hazret-i Peygamberi rehber ve örnek tutarak yaşayan insan, umulan her bereketi bulur. İslâm görüşü budur.
        Daha sonraki müslümanların, İslâm yaşayışını birtakım göreneklere bağlamak üzere, hakikî İslâm hayatı yerine birtakım merasim ve âyinleri yaşatmak için, bazı tarihler tesbitine kalkışmaları faydasızdır." (63).

***

        Resûl-i Ekrem'in doğmuş bulunduğu Fil senesi fil vak'ası yüzünden, Mekkeliler arasında takvim başı sayılmıştı.
        Roma İmparatorluğunda hıristiyanlık resmî din olarak kabûl edildikten sonra, Habeşistan’a kadar yayılmıştı. Bizans İmparatorları da Necran (Hicaz ile Yemen arasında) ve Aden taraflarına hıristiyanlığı sokmuşlardı. Yahudilik ise, Yemene Himyerîler zamanında girmişti. Himyerî Devleti yıkıldıktan sonra, Yemen, hıristiyan Habeş istilasına uğradı.
        Habeş ordusu kumandanı Ebrehe mutaassıp bir hıristiyandı. Arap yarımadasında hıristiyanlığı yayabilmek için, Yemen'de, San'a şehrinde süslü ve ihtişamlı bir kilise yaptırmıştı. Kâ'beyi ziyaret için Mekke'ye giden Arapları San'a kilisesine çevirebilmek için, Kâ'be ziyaretini yasak etti. Fakat, Hicazlı iki arkadaş, San'a kilisesine girdiler. İçindeki resimleri, duvarları kirleterek kaçtılar.
        Ebrehe, kiliseye yapılan bu hakaretin, Mekkeliler tarafından yapıldığını anladı. Mekke'yi zaptetmeğe, Kâ'beyi yıkmağa karar verdi. Ordusuyla hemen Hicaz üzerine yürüdü.
        Ebrehe, uğurlu saydığı "Mahmudî" filini, her savaşa beraber götürür-dü. Ordusu, Mekke şehrini kuşattı. Mekke'de o zaman, Kureyş kabilesinin başında, Resûl-i Ekrem'in dedesi Abdülmuttalib bulunuyordu.
        Abdülmuttalib, düşmanın bu korkunç saldırışı karşısında hiç telâş etmedi. Ebrehe, Abdülmuttalib'e bir elçi yolladı:
        — "Ben sizinle savaşmak için değil, Kâ'beyi yıkmağa geldim!" diye teminat vermek istemiş, fakat, aynı zamanda Mekke sürülerini yağma ettirmişti.
        O zaman Abdülmuttalib4, doğruca Ebrehe'nin yanına gitti:
        — "Ben, Kâ'benin yıkılmamasını ricaya değil, develerimi istemeye geldim. Kâ'benin sahibi onu korur!" demiş, develerini alarak geri dönmüş, Mekke ahalisiyle birlikte dağlara çekilmişti.
        Ancak, Kur'ân-ı Kerîmde beyan buyurulduğu üzere, Habeşlilerin bu Yemen ordusu, büyük felâkete uğradı, "güve yemiş ot yaprağı gibi" perişan oldu. Hattâ, evvelce gasbetmiş oldukları, Mekkelilerin sürülerini bile götürememişlerdi .
        — Rabbin fil sahiplerine (Ebrehe askerine) ne yaptığını görmedin mi? Onların hilelerini boşa çıkarmadı mı? Onlara karşı büyük kuşlar göndermedi mi? ki. onlara sert taşlar atmışlardı. Onları ekin çöpüne (güve yiyip tanesiz kalmış ekin yaprağına) çevirdi (64).
        Hiçbir başarı sağlayamayan Ebrehe, ordusunun perişanlığını görünce, kaçmaya mecbur oldu. Bir manzumesinde Abdülmuttalib, bu vak'ayı ne güzel tasvir etmişti.
        Tarihte "Fil Vak'ası" olarak anılan bu mühim hâdiseden 54 gün sonra, Hazreti Muhammed -sallallahualeyhi ve sellem- Mekke'nin doğu tarafında, Hâşimoğulları mahallesinde, babasından miras kalan kendi evinde, sabaha karşı doğdu.
        Tarihler, Peygamberimizin doğum gecesi, birtakım hârikulâde hallerin zuhur ettiğini yazarlar:
        — Kâ'be içinde bulunan putlar yüzüstü düşüp kırılmış; Medayin şehrinde Kısrâ (İran hükümdarı)nın sarayı sarsılmış ve ondört sütun yıkılmış, Istahrâbâd şehrinde ateşe tapanların, bin yıllık ateşgedeleri sönmüş, Sava gölü kurumuş, Semâve deresindeki sular taşmış, göl olmuş, İranın en büyük hâkimi Mubidan rüyasında, bir takım serkeş develerin bir bölük Arap atlarını yederek Dicle nehrini geçtiklerini, İran topraklarına dağıldıklarını görmüştü.
        Tarihçilerin verdikleri bu bilgiler, Taberânî, Beyhekî, Ebû Nuaym, İbn-i Asâkirvesairenin eserlerinden alınmıştı. Halbuki, İmâm Buhârî ile İmâm Müslim’de böyle bir rivayet yoktur. Bu sebepten, "Asr-ı Saâdet" müellifi Mevlânâ şiblî der ki:
        — Hakîkat şudur ki: Yıkılan Kisrânın sarayı değil, bütün İranın saltanatı, Bizansın satveti, Çin'in azametiydi. Sönen ateş, mecusîlerin ateşgedelerinde parlayan alev değil, bütün dünyada küfrün ateşiydi. Kuruyan Sava gölü değil, putperestliğin hâkimiyeti, zerdüştlüğün kuvveti, hıristiyanlığın üstünlüğüydü." (65)..

     Peygamber Efendimiz'in Nesebi

            Peygamber Efendimiz'in nesebi, şirki, küfrü reddeden Hanif dîninin yayıcısı Hz.İbrâhim'e dayanır. Babası Abdullah Haşimoğullarındandır. Annesi Âmine Zühreoğullarından olup, birkaç göbek sonra soyları birleşir. Her ikisi de Mekkelidir.

            İbrâhim Aleyhisselâm'ın oğlu Hz.İsmâil'in evlatları içinde Ben-i Adnan, Adnâniler içinde Ben-i Mudar, Mudâriler içinde Kureyş kabîlesi diğerlerinden daha büyük bir şerefe sahipti. Hele Kureyş kabîlesinin içinden Hâşim kolu, çok sayılan ve sevilen bir koldu.

                Hâşimî Kolunun Soy Silsilesi

            Hâşim'in babası Abdimenaf, O'nun babası Kusayy (Zeyd), O'nun babası Kilâb, O'nun babası Mürre, O'nun babası Kâ'b, O'nun babası Lüveyy, O'nun babası Gâlib, O'nun babası Fihr, O'nun babası Malik, O'nun babası Nadr, O'nun babası Kinâne, O'nun babası Huzeyme, O'nun babası Müdrike (Amir), O'nun babası İlyas, O'nun babası Mudar, O'nun babası Nizar, O'nun babası Ma'ad, O'nun babası Adnan'dır.

            Bunların içinde ne zaman birinin iki oğlu oldu ise Hz.Muhammed (S.A.V.) en şerefli, en hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda O'nun ceddi kim ise, yüzündeki nurdan anlaşılırdı. Çünkü Hz.İsmâil'in alnında bir nur vardı, yıldızlar gibi parlardı bu nur. Bu nur ona pederinden kalmıştı. Sonra evlâttan evlâda intikâl ederek Efendimiz'e kadar ulaştı. İşte o nur, Kâinâtın Efendisi'nin cedlerini açık açık her devirde göstermiş olan nurdur. Peygamberden peygambere geçen nurdur. Bu nur, Âdem'le Havva'nın dünyâya indirilmesinden beri intikâl edegeliyordu. Bu nurun gerçek sâhibi kimdi? Fahri Kâinât efendimizdi...

            Hz.Âdem'den beri evlattan evlâda intikâl edegelmiş olan ve nihâyet asıl sâhibine erişmiş olan nur...

                Peygamber Efendimiz'in Süt Annesi

            Mekkeliler, bilhâssa Mekke uluları, yeni doğan çocuklarını daha iyi yetişmeleri için, bir müddet yüksek yerlerde oturan kabîle kadınlarından sütanne kiralar, onlara verir, baktırırlar, mukâbilinde ücret de verirlerdi. Bu usul o zamanlarda, umûmi bir gelenek olduğundan, her sene kabîle kadınlarından isteyen, emzirmek büyütmek için, çocuk almağa şehre gelir, alır götürürdü. Yetiştirdikten sonra tekrar geri getirip analarına teslim ederlerdi. Yine bu sebepten şehre sütanneler geldi.

            Ben-i Sâd kabîlesinden gelen kadınlar, kendilerine çocuk seçmişlerdi. Fakat Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V.)'i henüz alan olmamıştı. Birçok kadın, yetim diye, fazla para vermezler diye almağa yanaşmamışdı. Fakat yine Ben-i Sâd kabîlesinden Hâris diye birisinin âilesi olan Halîme, başka çocuk da kalmadığından biraz tereddüt içinde O'nu aldı. Fakat sonradan, aldığına çok memnun oldu. Çünkü bu yetim çocuk onlara çok uğurlu gelmişti. Halîme O'nu öz evlâdından çok sevdi. Şeymâ adındaki kız evlâdı da Hz.Muhammed'i pek severdi. Onunla kardeş kardeş oynayıp geçinirlerdi.

            Halîme'nin kocası Hâris de, âilesine şöyle dedi: "Halîme! Bu çocuğun ayağı bize çok uğurlu geldi. O evimize ayak basalı beri davarımızın sütü, sütümüzün yağı çoğaldı. Evimiz bereketlendi, elimiz genişledi. Ben bu çocukta bir başkalık görüyorum."

            Yürümeğe başladığı zaman, annesi Âmine Hatun O'nu almak, şehre getirmek istedi. Halîme buna şiddetle îtiraz etti. "O'nu şehre götürmeyiniz, oraların havası ağırdır, bir müddet daha bizim yanımızda kalsın" dedi.

            Peygamber Efendimiz kırda bu âile yanında beş yıl kadar kaldı. Hz.Peygamberimiz sütannesini çok severdi. Yanına geldiğinde, "anacığım" diyerek karşılar, çok hürmet gösterirdi. Daha sonraları onun kendisine ve âilesine dâima yardım etti. Daha üç dört yaşlarında iken, gerek Halîme gerekse kocası Hâris, Peygamber Efendimiz'de, diğer insanlarda görülmeyen yücelikler ve fevkalâde haller görür oldular. Bu hâl, onları, "böyle bir kıymeti koruyamazsak..., O'na sonra bir şey olursa..." gibi düşüncelere sevkettiğinden artık annesi Hz.Âmine'ye teslim etmeğe karar verdiler ve Mekke'ye götürüp annesine teslim ettiler.

            Artık annesi Âmine ile sâdık hizmetçileri Ümmü Eymen, O'nun üstüne titriyor, O'nu, esen rüzgardan bile sakınıyorlardı.  

     MEDÎNE ZİYÂRETİ           

            Oğlunu uzun zamandan beri görmeyen anne, O'na kavuşunca çok memnun olmuştu. Âmine Hatunun Medîne'de, Ben-i Neccar'dan akrabaları vardı. Hem onları görmek hem de babasının kabrini oğluna ziyâret ettirmek maksadıyle bir seyahat yaptırdı. Bu ziyâret sırasında Peygamber Efendimiz altı yaşlarında idi. Medîne'de dayılarının yanında bir ay müsâfir kaldılar. Babasının kabrini ziyâret ettiler. Daha sonra, sâdık hizmetçileri Ümmü Eymen ile birlikte Mekke'ye dönmek üzere yola çıktılar.

            Medîne'nin 23 mil cenubuna düşen Ebvâ köyüne kadar gelmişlerdi. O akşam o köyde kaldılar. Fakat anne, şiddetli bir hastalığa yakalanmış, son dakikalarını yaşadığını sezer gibi olmuştu. Baba öksüzü olan ciğerpâresini yanıbaşına oturtarak, O'nu şefkat dolu yaşlı gözlerle uzun uzun süzdü.. öptü.. öptü.. parçalanan bağrına basarak, analığın bütün harâret ve şefkatiyle O'nu okşadı. Daha ana karnında iken babasından yetim kalan bu yavrucak şimdi de anneden mi mahrum kalacaktı? Anne bu acıyı hisseder gibi oldu. Bir daha göremeyeceği biricik oğlunun mâsum yüzüne baka baka şu mânâda bir beyt söyledi:

            "Her diri ölür, her yeni eskir,

            Her yaşlı göçer, her fâni yok olur,

            Ben de öleceğim, fakat buna gam yemem,

            Çünkü dünyâya bir büyük hayırlı varlık bırakıyorum."

            Bu sözlerden sonra yaşlı gözlerini bu fâni hayâta kapadı. Ümmü Eymen, öksüz yavruyu alarak Mekke'ye döndü. Bundan sonra Hz.Muhammed (S.A.V)'i, dedesi Abdulmuttalib yanına alarak ana ve babadan yetim kalan torununu, iki sene baktı. Vefat edeceğinde amcası Ebû Tâlib'e emânet etti.

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN ÇOCUKLUK DEVRİ

            Hz.Peygamberimiz'in dedesi Abdulmuttalib, yüz yaşını geçmiş olduğu halde hasta döşeğine düşünce, o zaman sekiz yaşında olan torunu Hz.Muhammed (S.A.V.)'i oğullarından birine teslim etmek üzere bütün oğullarını çağırdı, başına topladı.

            Ebû Leheb'e şöyle dedi: "Sen zenginsin, fakat kalbinde merhamet yok. Çocuk yetim, yüreği zâten yaralı. O'nu sen hoş tutamazsın. Senin sert, kaba muâmelenden incinir, üzülür. Onun için çocuğu sana teslim edemem."

            Sonra oğlu Abbas'a döndü: "Sen bu işe lâyıksın, fakat âilen kalabalık..." dedi.

            Bu esnâda Ebû Tâlib söze karıştı; "Babacığım, gerçi benim servetim az, fakat şefkatim var. Kardeşim Abdullah'ın oğluna bakmağı ben cana minnet bilirim" dedi.

            Abdulmuttalib, küçük torununun da re'yini almağı unutmadı. O'na dönerek; "Amcalarından hangisinin yanında kalmağı arzu ettiğini" sordu.

            Mâsum çocuk, yerinden fırlayıp Ebû Tâlib'in boynuna sarıldı. Böylece Ebû Tâlib'in himâyesine girmiş oldu. Bu hâdiseden birkaç gün sonra dede, bu fâni hayâta gözlerini yumdu. Ebû Tâlib, O'na öksüzlüğünü hissettirmemek için elinden geleni yapıyor ve O'na öz evlâdı gibi bakıyordu.

            Peygamber Efendimiz 10-12 yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib'in ve Mekke halkının koyunlarını güttü. Kırların temiz havası, O'nun fartı zekâsını (üstün zekâsını) korudu, geliştirdi. Bir ara kırda çobanlık yaparken kurtların sürüye dalıp koyunlarını kaptığını gördü. Bundan ibret aldı; «Güttüğü koyunları kurda kaptırmamak bir vazîfe idi. Herkes güttüğü koyundan mes'uldür, emânete riâyet olunmalıdır.»

            Peygamber Efendimiz, çobanlık yapmağı hakir görmemiş, bilâkis bir Hadîs-i Şerifleri'nde; "Allah hiçbir peygamber göndermemiştir ki O, çobanlık yapmış olmasın. Mûsa peygamber çobanlık yapmıştı, Davut peygamber, kezâ." buyurmuşlardır.

            Bir defasında koyunlarını arkadaşlarına bırakarak akranları gibi gezmek, eğlenmek için Mekke'ye inmek istemişti. Giderken yolda bir düğüne rastladı. Tam düğünü seyre dalacağı anda kendisine bir uyuklama hâli geldi, orada uyuyakaldı. Böylece düğünü seyredemedi. O, küfür ve câhiliyyet âdetlerinden zâten hoşlanmazdı, zevk almazdı. O'nu her kötülükten Allah koruyordu ve yetiştiriyordu.

                ŞAM SEYAHATİ

            Ebû Tâlib, zaman zaman ticâret maksadıyle Şam'a ve Yemen'e giderdi. Yeğeninin ısrarlı arzusu üzerine bir defasında O'nu da götürdü. Peygamberimiz daha 12 yaşında idi. Arabistan'ın dâimâ açık ve güneşli olan havasında cereyan eden bu seyahat, O'nun ilk yolculuğu oluyordu. Bu yolculuk, gâyet zevkli ve rahat geçti. Bir bulut, devamlı olarak üzerlerinden kervanı tâkip edip onları güneşin harâretinden gölgeledi. Şam yakınlarında Busra denen yere geldiklerinde konaklamışlardı.

            Mekke cihetinden gelmekte olan bu kervanı, asıl ismi Cercis olan rahip Bahîrâ, inzivâya çekilmiş olduğu manastırından çok uzakta iken görmüş, kervanda bir fevkalâdelik sezmişti. Öyle ki; «kervanı dâimâ bir bulut tâkip ediyor, onu gölgeliyor, kervan durduğunda üzerinde bulut da duruyor, kervan yürüyünce bulut da yürüyor, kervanın geçtiği ve konduğu yer yeşeriyordu.» İncil'de, geleceği müjdelenen Âhirzaman Nebîsi'nin, bu kervanda olabileceğini tahmin eden râhip Bahîrâ çok heyecanlandı. Kervan kendisine çok yakın bir yerde, Busra'da kuru bir hurma ağacının altında konaklamıştı. Bahîrâ, bulutun yine orada karar kıldığını ve hurma ağacının yeşillendiğini görünce heyecanı büsbütün arttı. Hemen bir hazırlık yapıp kervanla gelenleri dâvet etti.

            Ebû Tâlib, eşyaların başında Peygamber Efendimiz'i bırakarak kervandaki diğer kişilerle dâvete icâbet etti. Fakat bulut, kervanın yüklerinin indirildiği yerden ayrılmıyor, orada duruyordu. Bahîrâ, bundan, dâvete esas sebep olanın gelmediğini anlayınca Ebû Tâlib'e; "Başka gelmeyeniniz var gâliba, ricâ ediyorum, O da gelsin" dedi.

            Ebû Tâlib; "Hepimiz geldik, sâdece bir küçük çocuk var, O'nu da eşyaları beklesin diye bıraktık" demişse de, rahip Bahîrâ ısrar etti.

            Gidip alıp getirdiler. İncil'de, Peygamber Efendimiz'in şemâilini ve vasıflarını okumuş olan râhip Bahîrâ, Peygamber Efendimiz'i görür görmez hakikatı anladı. Ebû Tâlib'e dönerek; "Bu çocuk kimin?" diye sordu.

            Ebû Tâlib; "Benim oğlum." dedi.

            Bahîrâ; "Hayır.. yok.. bunun babasının ismi Abdullah, annesinin ismi Âmine olması ve her ikisinin de vefât etmiş, kendisinin yetim bulunması lâzım." dedi.

            Ebû Tâlib; "Evet öyledir." dedi.

            Bu arada râhip Bahîrâ, Peygamber Efendimiz'in gömleğine elini uzatarak; "İzin verir misiniz? Bir noktaya bakacağım." dedi.

            "Buyurun!" deyince,

            Bahîrâ, gâyet ta'zimkâr bir şekilde, Peygamberimiz'in sırtından gömleğini biraz açtı. Sırtında iki küreği arasında, kuş yumurtası şeklindeki «Nübüvvet Mührü»nü görünce eğilip, hürmet ve saygı ile öptü.

            Râhip Bahîrâ, soracağı suallere doğru cevap vermesi için Peygamberimiz'in önce Lât ve Uzza putlarına yemin etmesini istemişti.

            Peygamber Efendimiz; "Ben onlara yemin etmem, benim en çok nefret ettiğim şey putlardır." dedi.

            "Allah aşkına söyler misin?" deyince;

            "Söylerim" dedi.

            Husûsi hallerinden ve hayâtının binbir hususiyetinden birçok sualler sordu. Ayrıca, uykuları nasıldır? rü'yâları ne biçimdir? ne yer, ne içer? sevdikleri ve hoşlandıkları nelerdir? Vücudundaki işâretler... vesâire.

            Her suâle beklediği cevabı aldı ve son derece memnun oldu.

            Sualler ve cevaplar bitince râhip Bahîrâ, Ebû Tâlib'e dönerek; "Bu çocuk, son peygamber olacaktır. Şam Yahûdîleri içinde O'nun evsâfını bilen ve alâmetlerini tanıyan kimseler vardır. Olabilir ki O'na hıyânet ederler. Onların sû-i kastinden korkulur. Sen O'nu Şam'a götürme." dedi.

            Bunun üzerine Ebû Tâlib, Bahîrâ'nın sözünü tuttu. Müşterinin de zuhûr etmiş olmasından dolayı, malını Busrâ'da satarak geri döndü.            

                FİCAR HARBİ

            İslâmiyet'den önce Araplar arasında ardı arkası kesilmeyen harpler oluyordu. Bunların içerisinde en kanlılarından ve tehlikelilerinden biri de, Ficar Muhârebesi idi. «Eşhûr-u Hurum» yâni hürmet edilmesi gereken mübârek aylarda (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında) meydana geldiği için, günah mânâsına gelen Ficar Harbi ismi verilmiştir.

            Bu harp, Kays kabîlesi ile Kureyşliler arasında vuku' bulmuş, başlangıçta harbin talihi Kays kabîlesine gülmüşse de, dört sene devam eden bu harbi, neticede Kureyş tarafı kazanarak bir anlaşma yapmışlardı.

            Kureyş haklı ve de Kureyş'in şerefi tehlikede olduğu için çocukluğunda bu muhârebeye Peygamber Efendimiz de iştirak etmişlerdi. Ancak amcalarına ok topladı, doğrudan savaşmadı.

 

            PEYGAMBERİMİZ'İN TİCÂRET HAYÂTINA ATILMASI

            Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşırlardı. Ticâretle uğraşmayanlar bir şeye sâhip olamazlar, darlık ve geçim sıkıntısından kendilerini kurtaramazlardı. Kureyş'in zengin ve îtibarlı âilelerinden olan Hz.Hatîce, bâzı kimselere sermaye verip onlarla ortaklık yapıyordu. Şam'a gidecek ticâret kervanıyla, O da mal göndermek istiyordu.

            Ebû Tâlib de ticâretle uğraşanlardandı. Fakat, âile efrâdının çokluğu, kuraklık ve kıtlık yılları, Ebû Tâlib'in ticâret ve mâli imkânını zayıflatmıştı. Bu arada Peygamber Efendimiz'e; "Artık yetiştin, 25.yaşına bastın. Kendine bir ticârî iş seçmen lâzım. Kureyş, yakında ticâret maksadıyla Şam taraflarına bir kervan göndermek istiyor. Senin bu kervana katılman için bir yol var. İffet ve servetiyle meşhur muhterem dul kadın, Huveylit kızı Hatîce'yi tanırsın. O, her sene Kureyş'den biri vâsıtasıyla îcâbeden yerlere mal göndererek ticâret ettirir ve adamına hisse verir. Bu işe bu defa sen istekli çıkarsın. Senin temizliğin, doğruluğun ve ahlâkın herkesce bilindiği için, umarım ki seni hemen kabul eder ve başkalarına tercih eder" demişti.

            Arada ne oldu ise oldu. Olacak olan zuhûra geldi. Yüksek ahlaklı, ulvî karakterli kadın, Peygamberimiz'in muradını yerine getirdi. Kendisine birini göndererek, şu teklifte bulundu: "Kureyş kervanına katılıp Şam taraflarına ticâret için gidebileceğini tahmin ediyorum. Eğer râzı olup malımın başında bulunmağı kabul ederse, kendisine, başkalarına verdiğim ticâret payının iki mislini veririm."

            Hz.Peygamberimiz, vâki teklîfi, amcası Ebû Tâlib'e haber verdi. Ebû Tâlib'in memnuniyeti büyüktü. Heyecanla mukâbele etti; "Bu, Allâh'ın sana ihsan ettiği bir rızıktır. Daha güzeli olmaz. Hemen kabul et." dedi.

            Anlaştılar. Hz.Hatîce kölesi Meysere'yi de Peygamber Efendimiz'in emrine verdi ve şu tembihte bulundu: "Sana ne emrederse, hemen itaat edeceksin. Hiçbir re'yine aykırı iş görmeyeceksin. Bir dediğini iki etmeyeceksin."

            Kervan yola çıktı. Râhip Bahîrâ'nın ibâdethânesinin önüne kadar geldiler. Ancak Bahîrâ ölmüş, yerini Nastûra isimli bir râhip almıştı. Bu da iyi bir adamdı. Kervanın yanına geldi. Meysere'yi daha önceden tanıyordu. Biraz konuştuktan sonra râhip Nastûra, Meysere'ye dönerek; "Bu zât, Âhirzaman Peygamberi olacaktır. Sakın Şam'a gitmeyiniz. Oradaki Yahûdîler sizi tanırlarsa muhakkak size zarar verirler. Ben O'nun getireceği dîne ve kendisine şimdiden îmân ediyorum. Ne olur! Şam'a gitmeyiniz. Alışverişinizi burada yapınız." dedi.

            Alıcı da zuhûr ettiğinden mallarını Busrâ pazarınde çok kârlı bir şekilde satıp üç ay süren bir yolculuktan sonra Mekke'ye geri döndüler.

            Hz.Hatîce birkaç kadınla konağının damından kervanın gelişini gözetleyip dururken, bir aralık, devesi üzerinde Peygamberimiz'i iki meleğin gölgelediğini hayretle görmüş ve bunu yanındaki kadınlara da göstermişti.

            Öğle vakti, Hz.Peygamberimiz Mekke'ye girdi. Şam'dan getirdiği malları Hz.Hatîce'ye teslim etti. Hz.Hatîce, onları çok iyi bir kârla hemen sattı.

 
 
 
 

Copyright © 2008 WwW.OnceDinimiZ.Tr.gg  Tüm Hakları Saklıdır.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol