Önce DinimiZ
  NAKŞİBEND HAZRETLERİ (KS)
 


MUHAMMED BAHAUDDİN ŞAH-I NAKŞİBEND HAZRETLERİ  (KS)


Nakşibendî tarikatının imâmı, Seyyid Külâl hz.'nin en büyük halifesi, hakikatin pîri, şeritın rehberi, ehl-i sünnetin önderi, Muhammed Hâce Bah-âüddîn Nakşibend Üveysi-ül Buharî (k.s.) Hicrî 718 - Milâdî 1318 yılı, Muharrem-ül Haram ayının on dördüncü pazartesi gecesi sabaha karşı-Buhâra'-ya bir saatlik mesafede bulunan-Kasr-ı Ârifan kasabasında dünyaya teşrif et­mişlerdir. Yine aynı yerde, Hicrî 791 - Milâdî 1389 yılı, Rebiülevvel ayının üçüncü pazartesi gecesi rûh-i pâki akdesi, a'lâ-i illiyîne urûc etmiştir. Yetmiş üç yıl muammer olmuştur. Kabr-i şerifi bu köyde olup, el'ân ziyaretgâhdır.


Şah-ı Nakşibend (k.s.) küçük yaştan itibaren zâhir ve bâtın ilimleri ile mücehhez yetiştirilmiştir. Yalnız İslâm âlemine değil, bütün insanlık âlemine fâideli olmuş büyük şahsiyetlerdendir. Bunun için Silsile-i Saadâtta yerini bulmuş, kendisine bu sebepten "Hâce Şah-ı Nakşibend" denilmiştir. Şah-ı Nakşibend (k.s.) Cenâb-ı Hakk'ın hiç şüphesiz, yüz senede bir, insanlık âlemine bir atâyâ-yi ilâhiyye olarak gönderdiği bir Müceddîd-i Din'dir.

Silsile-i Saadâtın on altıncı halkası ve Nakşibend yolunun Pîr'i olan bu zâtın, boyu çok uzun-kendi zamanında bulunanlardan bir karış uzun- rengi buğday beyazı, sakalı şerifi geniş ve uzun, gözleri iri ve siyah, sesi çok yüksek idi.



Daha çocukken velîlik belirtileri görülmüş, pek çok kerâmetler (*) göstermiştir. Hâce Bahâüddin' in muhterem pederi bu olayları şöyle naklediyor:

(*) Kerâmet, evliyâullahtan görünen harikulâde hâllerdir. Eğer bu gibi hâl, Peygamberân-ı îzâmda görülürse "mucize", dinle alâkası olmayanda görülürse "istidrâc" denir. Bütün bu hâller ruhun kuvvet bulup, eşyada tasarruf etmesiyle zuhûra gelir. Bu ise, Cenâb-ı Hakk'ın izni ile gerektiği yerde yapılması icâbeden bir hâldir. Mecbur kalınmadıkça bu gibi hâller hiç bir zaman, ne istenilir ne de yapılır. Zira velîler için kerâmet göstermek, makbul sayılmaz.' 'Hayz-ı ricâl" tâbiri ile, ayıp bile görülmüştür. Ancak Allahü Teâlâ'nm bazı kimselere hidâyeti, bu yol üzere vâki olacağından, Allah'ın izni ile, kerâmet göstermişlerdir. Bazı velîlerin:

İksîr-i azâmdır nutku ehlullah

Taşa deyse ânı sâfî zâr eyler manzumu ile anlatıldığı gibi; lisânları kerâmettir. Sözleri, ölmüş kalpleri diriltir, vücutlara kuvvet verir. "Oğlum Bahâüddin'in doğumundan üç gün sonra Hâce MuhammedSemâsî hz,bulunduğumuz Kasr-ı Ârifan'a bir çok arkadaşları ile teşrif ettiler.
Ben onları çok severdim. "Oğlum Bahâüddin'i alayım o büyük velîlerin
huzuruna götüreyim, onların ilâhî bakışlarına mazhâr olsun, nazarlarını alsın da sayelerinde, Taraf-ı İlâhî'den bir feyze mazhâr olsun" kasdı ile huzurlarına
götürdüm. Hâce Baba Semâsi hz. yavrumu

görür görmez elimden alıp, göğüslerine bastırdılar ve:
- Bu çocuk benim oğlumdur; ben bunu evlâtlığa kabul ettim! buyurdular.
Emir Külâl dahi orada hazır idi. Ona dönüp dedi ki:
-Çok kere size, "Bu beldeden bana, Hakk'ın kokusu geliyor" demiş ve
"Bu kokuyu bu eve yaklaştığımda, daha iyi duyuyorum" diyerek işaret
etmiştim. İşte bu güzel koku, bu mübârek çocuktan çıkmaktadır. Bu yavru,
büyük bir insan olacaktır.




Oğlum Bahâüddin henüz dört yaşına basmıştı ki, bir gün: "Baba, aşağıdaki ineğimiz yakında beyaz bir buzağı dünyaya getirecek!" dedi. Haki­katen de, bir kaç ay geçti; inek, alnı beyaz bir buzağı dünyaya getirdi. Biz buna çok hayret ettik!"

Bütün kâinata fikirleri ile ışık tutan bu büyük insan, yetiştiği ve çocuk­luğunun geçtiği bölgede, az zamanda dikkati çekti. Zamanı yazmak, aramak ve düşünmekle geçti. Bu düşünce ona az bir zamanda, eşyanın mahiyeti, insan ve Allah (c.c) hakkında yeni bir ufuk açtı. Artık okuduğu kitap ilâhî konuyu içine almadıkça, onun için önem ifade etmiyordu. Tasavvuf ve hikemî sorular, bu düşünme süresinin başlıca konularını teşkil etmekteydi. Bunun çaresinin, ancak canlı bir kitaba sahip olmak ve onun taht-ı terbiyesine girmek olduğuna kanaat getirmişti. Böylece mânevî müzâyakadan kurtulmak mümkün olacaktı. Bir çok bilginler ile tanıştı. Sohbetlerinde bulundu, fikir teâtîsi yaptı.

Riyazât, zühd ve takvâ hayatına girdikten sonra büyük bir tekâmül geçirdi. Bu sırada kendisinde, hârikuladelikler görüldü. Kendinden önceki devir velîleriyle hem-dem oldu. Kendisi üveysî, yani özel ve kişisel istidât sahibi olmakla beraber, büyük bir mutasavvıf olan Hâce Abdülhâlik Gucduvâ-ni'nin ruhanîyyetinden feyiz almış; doğumundan üç gün sonra, Muhammed Bâba Semâsi'nin nazarlarına erişmiş; Seyyîd Emir Külâl'den tarikat âdâbı öğrenmiş ve seyr-i sülük görmüştür. Bu hususu Muhammed Bahâüddin hz. şöyle anlatıyor:

- "Hâllerimin başlangıcında-cezbelerimin büyüdüğü bir sırada-Buhâra
mezarlığından üç büyük mezara eriştim. Her mezarda bir meş'ale gördüm.Meş'alenin içinde yağ ve fitil vardı. Fitil kolayca bir hareketle yağından çıkıp,yeni bir mum daha yakmak ister gibiydi. Mezarda kıbleye karşı oturdum. O yönelişe âlem-i gayb açıldı. Kıble duvarının ikiye ayrıldığını, bizzat müşâhede ettim. Önüme, yeşil perde örtülmüş bir taht çıktı. O büyük tahtın etrafında bir cemâat vardı. Onların içinde Hâce Muhammed Bâba Semâsî'yi gördüm. Bildim ki; bunlar geçmiş Hâcegân Hazerâtı dır. Cemaatten birisi bana, tahtın üzerindeki zâtın Hâce Abdülhâlik Gucduvânî hazretleri olduğunu, bu cemâatin onun halifeleri olduğunu söyledi. Ayrı ayrı, her birini gösterdi: Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyây-ı Kilân, Hâce Ârifı Rivgirevî, Hâce Mahmud Fağnevî, Hâce Ali Ramiytinî ve Hâce Muhammed Bâba Semâsi. Delilim, Bâba Muham­med'i göstererek:

- Bu zâta hayatlarında erişirsin; senin Şeyh'indir. Sana o kerâmet verildi
ki; nâzil olan belâ, senin bereketinle gidecek, dedi. Bundan sonra o cemâat
dediler ki:

-Kulak ver ve iyi dinle! Büyük Hâce sana, Hak yolunda ve senin için önemli olan sözler söylese gerektir!

O cemâatten izin istedim; "Hazreti Hâce'ye selâm verip, mübârek cemâliyle müşerref olayım!" dedim. Önündeki perdeyi kaldırdılar. Nurânî bir Pîr gördüm. Selâm verdim; selâmımı aldı. Bundan sonra, tarikatın başlangı­cında, ortasında ve nihayetinde bilinmesi gerekli olan sözleri bana izah eyledi­ler ve buyurdular ki:

- Sana gösterdikleri o meş'aleler, işaret ve müjdeden ibarettir. Demek ki
bu tarikatte, istidâdın vardır. Ama bu istidât fitilini harekete getirmek gerekir. Tâ ki parlak olsun; sırlar meydana çıksın!
Ve yine ısrarla şu tavsiyeyi yaptılar:

- Bütün zamanlarda ayaklarını, emr ü nehy seccâdesi üzerine koyasın;
azîmet ve sünnet ile ameli yerine getiresin; ruhsatlardan ve bid'atlardan
sakınasın; daima Resûlullah'ın hadîslerini önder edinesin; Sahâbe-i Kiram'in
(Rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmain) sözlerini ve eserlerini araştırasın!
Bu sözlerden sonra, o cemâat bana dediler ki:

- Senin hâlinin doğruluğuna şahit şudur ki; yarın falan yere varasın ve
falan işi yapasın! (Bu, onların ululuğunun bir işareti olarak gösterilmiştir.)
Ondan sonra Nesef 'e gidip, Emir Seyyîd Külâl hazretlerine varasın!

Onların emri mucibince, Nesef 'e gittim ve Emir Külâl hazretlerinin hizmetine eriştim. Emir hazretleri lütuf gösterdiler, iltifat buyurdular. Bana zikir telkîninde bulundular. Nef-i isbat yoluna gizli (hafi) zikirle çalıştırdılar. Olaylarda azimetle memur idim. Açık zikirle amel etmedim."

Şah-ı Nakşibend hz. kemâle erdiğinde, Seyyid Emir Külâl hz. kendisine şöyle hitap ederek, postnîşin olduğunu bildirmiştir:
-İçi aydın Pirimiz Hâce Muhammed Bâba Semâsî'nin sizin yetiştirilme­
niz hakkındaki emrini, yerine getirdim. Şimdi sizin himmet kuşunuz, yüksek­
lere uçabilir. Nereye isterseniz gidebilirsiniz; tarafımızdan size izin çıkmıştır.
Bizde olan ahvâl ve hakikatlerle sizi feyizlendirdik. Şah-ı Nakşibend hz., Emir Külâl hz.'nin vasiyeti üzerine, Buhâra'da post üzerine oturarak, halkı uyarmakla meşgul oldu.Hâce Muhammed Bahâüddîn k.s., Seyyid Külâl'in vefatından sonra, Seyyid Külâl'in diğer halifesi olan Mevlânâ Arif Dikkeranî hazretlerinin de hizmet ve sohbetlerinde bulunmuştur. Bunun sebebi, Mevlânâ Arifin seyr-i sülukta daha kıdemli oluşu, yani Muhammed Bahâüddin'den önce Emir Külâl'in hizmetine girmesi ve uzun yıllar onun taht-ı terbiyesinde bulunmasıdır.Eğer kıl kadar mâsivâ tutarsan, hicâbın odur Pîrin bir nazarı, Hz. Süleyman'ın mülkünden iyidir

Mevlânâ Arif in irtihâlinden sonra-Türk meşâyihi'nden ve Hâce Ahmed Yesevî hânedânından-Kasem Şeyh'e giderek üç ay kadar hizmet etmiştir. Şeyh Kasem:

- "Sende gördüğüm bu talepkârlık sıfatını ve talep şiddetini, bildiğim
tâlib ve sâdıkların hiçbirinde bulamadım" demiştir.

Kasem Şeyhten sonra "Sen Türk Şeyh'lerinden birine mülâkî ol!" mânevî işareti üzerine-tasavvufa ilk girişinde, rüyasında gördüğü ve seneler sonra tanıştığı-Derviş Halil Atâ'ya intisâb etmiş ve on iki sene hizmetinde kalmıştır. Halil Atâ vârisi bulunduğu Maverâünnehir Emirliğine getirildiğinde, Muhammed Bahâüddin hz. de beraberinde giderek, onun izinden ayrılmamıştır.
Bir gün o saltanatın yerinde yeller esip, Şeyhini de kaybedince, inzivâya çekilmiştir. Buhâra'ya giderek kendisini, daha derinden ilâhiyata vermiştir. Bu ara, kendisinden yüz altmış sene evvel cemâle göçen ve irtihâllerinden önce "Bizden yüz altmış sene sonra dünyaya teşrif buyuracak Bahâüddîn hz.'ne verin" diyerek, kendi tâc-ı mübârekelerinin Bahâüddin hz.'ne verilmesini vasiyet eden-bu suretle Bahâüddîn hz.'nin âlî makamına da işaret buyuran-Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.) ile yani onun rûhâniyyeti ile sık sık beraber olmuş ve konuşmuştur. Bu konuşmanın ilkinde Hâce Bahâüddin hz.:
- "Ya âlemlerin elini tutucu, benim elimi tut.Ki, sana el tutucu desinler" buyurmuş;
Abdülkadiri Geylânî hz. de mübârek elini, Hâce Bahâüddin'nin göğsü üzerine koyarak:
- "Ya Nakşibendi Elimin nakşı kalbinizde yazıldı,

Bundan sonra size "Nakşibend" diyeceklerdir" mukabelesinde bulun­muştur.

Bundan sonra bu büyük Velî'nin yoluna, Hâce Bahâüddin Nakşibend hz.'nin ismine izâfeten "Nakşibend" denilmiş; Seyyîd Abdülkâdir-i Geylân-î'nin (k.s.) sözü, yerini bulmuştur. (*)

Hâce Muhammed Bahâüddin hz.'nin, Pîri olduğu Tarikat-ı Âliyye, Zamân-ı Saâdet'ten bu yana değişik isimler almıştır:

Hz. Ebu Bekir-is Sıddîk'tan (r.a) Bâyezid-i Bistâmî'ye kadar "Sıddîki-ye"; O'ndan Abdülhâlik-ül Gucduvanî'ye kadar-Bâyezid-i Bistâmî'nin ismine izâfeten-"Tayfuriyye"; Şah-ı Nakşibend zamanına kadar "Havâcegân"; O'ndan sonra da "Nakşibendîye" denmiştir. Bu isim günümüze kadar gelmekle beraber, yanına zamanın büyük mürşîdlerinin isim veya lâkapları da eklenmiş­tir. Şöyle ki; Ahmed Faruk hz. zamanında, "Nakşibendî Ahrâriyye"; Muham­med Dehlevî hz.'den Hâlid-i Bağdâdi hz.'ne kadar "Nakşibendî Müceddîdiy-ye"; ve sonra "Nakşibendî Hâlidiyye" isimlerini almıştır.

Rivâyet olunur ki:
Bir gün Hâce Berzek hz., Muhammed Bahâüddin hz.'ne:

- Silsileniz ne cânibe erişiyor? diye sordu.
Muhammed Bahâüddin hz. şöyle buyurdu:

- Silsile ile kimse bir yere varamaz. Fakat şunu belirtelim ki; tarikatımı­
zın "Nakşibendîye"isminin, her harfinin bir mânâsı vardır: Nun: Hâtırâtı masivâdan çekip, Cenâb-ı Hakk'ı anmaya, Kaf: Fânî olan âlemde, âlim ve ilimle âmil olmaya, Şın: Cenâb-ı Hakk'ın cemâl nurunun, bitip tükenmek bilmeyen şuâlarını (çok parlak ışıklarını) görmeye ve o nuru müşâhede etmeye,

(*) Birlik ve beraberlik dâvasının öncülüğünü yapan, bu dâvanın serdârı olan bu zât-ı şeriflerin cümlesi, yek vücûddur. Aralarında hiç bir zaman tefrik kokusu bulunmaz. "Etta-rikâtü Vahidûn" fehvâsınca, birinin makbulü cümlesinin makbulü; birinin merdûdu da cümlesinin merdûdudur. Tenâkuzlara düşmeden, kendi görüşlerimizi bertaraf ederek, Allah yolunda "Allah" demek suretiyle, her türlü masivâdan temizlenip aslımıza ermeliyiz.

Be: Bekâbillâha,

İkinci Nun: Cenâb-ı Hak'kın vahdet nurunun gece ve gündüz, gayet bol

ve cömertçe iyilik ihsanını beyâna,

Dal: Her canlının bu dünyada fanî ve âhirette bâki olacağına,

Ye: Cenâb-ı Hakk'ın birliğine ve her canlının istiğrâkına,

He: Cenâb-ı Hakk'ın hakikatında kişinin, O'na muhabbetinden kendisini
tüketmesine işarettir.

Nakşibendî büyüklerinin çoğu yani Hâcegân hazerâtı, İran ve Türkistan taraflarında yaşadıklarından, nakşî temrinleri de; "Hûş der dem", "Nazar ber kadem", "Halvet derencümen"... gibi, o dil üzerine ad almışlardır.
Bil tariki nakşibendin resmi on bir kelimat
Ben idem tahkik beyanın kalbine versin hayat (*)

Nakşibendîlik; riyazât, muhabbet ve zikir ile her koldan ayrı bir disipline dayanır. Nakşibendîlik şu esaslar üzerine kurulmuştur:

Sünnete uymak; bid'atten sakınmak; kulluğa devam etmek; Cenâb-ı Hakk'ı sevmek ve O'nun muhabbeti cezbesiyle, kendini olgunlaştırmak; kurtu­luş yolu olan Cenâb-ı Hakk'ın yolunda yürümek.

Bunlardan başka bu yolun temrinlerinden olan; Sâlikin ilâhî tecellîyi murâkabe, kendi hâl ve gidişi Hakkında tedbir, zikirde uzunluk ve kısalık, kalbi zikre alıştırmak gibi esaslar vardır.

Nakşîlik ve temrinleri, Türk illerinde çok yayılmışlardır. Nakşîler vücû­du, bazı mânevî terimler ile çeşitli merkezlere ayırmışlardır. "Letâif' adı altında belirtilen bu merkezler genel olarak şunlardır: Kalp, Ruh, Sır, Hafi, Ahfâ, Nefs-i nâtıka ve Letâif-i kül. Bunlar ruhun mertebelerinin, geçirdikleri safhalara göre tarifi sayılabilir; bir sâlikin seyr-i sülük esnasında vardığı seviye ve derecelerin, birer remzî ifadesidir. Şurası muhakkaktır ki; Tasavvuf, bir kalb ve istifa yolu olmakla beraber önce ahlâk ve halisâne ibâdete dayanır. Kul, kalbini bütün kötülüklerden temizler, sonra takvânın çeşitli derecelerine yük­selirse; ilâhî aşk cezbesi içinde bir çok gerçek tecellîlere mazhâr olur. Bu yol kâl yolu değil, hâl yoludur; kelâm yolu değil, kemâl yoludur. Bu menzîle, söz ile değil; hizmet, gayret ve azîmet ile ulaşılır.

(*) Bu onbir temrin hakkında, Hâce Abdülhaliki Gucduvanî hz.'nin menkibesinde açıklama yapılmıştır.

Şah-ı Nakşibend hz.'nin seyr-i sülük silsilesi: Seyyîd Emir Külâl (k.s.), Muhammed Bâba Semâsi (k.s.), Ali Ramiytinî (k.s.), Mahmûd Fagnevî (k.s.), Arif Rivgirevî (k.s.), Abdülhâlik Gucduvânî (k.s.), Yusûf-ül Hemedânî (k.s.), Aliyy-ül Fermedî (k.s.), Hasan-ül Harkâni (k.s.), Bâyezid-i Bistâmî (k.s.), Cafer-üs Sâdık (k.s.), Kâsım bin Muhammed (r.a.), Selmân-i Fârisî (r.a.), Ebu Bekir-is Sıddîk'dan (r.a.) geçerek Minnebiyyinâ Muhammedin Efendimize (s.a.v.) ulaşır.

Diğer tarafdan rûhâniyyetleri: Abdülhâlik Gucduvânî (k.s.), Ebu Aliyy-ül Fermedî (k.s.), Ebu Kâsım-ı Karkanî (k.s.), Ebu Osman-il Mağribî (k.s.), Eşşeyhi Âli Kâtip(k.s.), Ebu Kâsım Cüneyd-il Bağdadî (k.s.), Mâruf-ul Kerhî (k.s.), İmâm-ı Ali Rıza (r.a.), İmâm-ı Musa Kâzım (r.a.), İmâm-ı Cafer-is Sâdık (r.a.), İmâm-ı Muhammed Bâkır (r.a.), İmâm-ı Zeynel Âbidin (r.a.), İmâm-ı Hüseyin (r.a.), İmâm-ı Ali'den (r.a.) geçerek, Seyyîd-ül Kevneyn Resûl-üs Sakaleyn Muhammed Mustafa Efendimize (s.a.v) erişir.

Tariki Nakşibendî ehlinin feyzi Hüdâ'dandır Onların nisbeti cümle Resulü Mücdebâ'dandır Ebu Bekir ve Ali'dir, bu tarîkin şâh-ı serdârı Şüyûhu Hâcegânın hep Kibâr-ı Evliyâdandır

Bu yolda ittibâ-ı sünnet oldu bâisi vuslat Cem'i bid'atı terk itme, bunda ihtidâdandır Azîmetle ameller işleyip, ruhsattan el çekmek Bu yolda sâlike böyle sülük etmek devâdandır

Tarîki cezbedir, bunda irir tiz menzîle sâlik Ki bunda sâlikin seyri tariki ihtifadandır Devamı zikr ile sohbet olup, Nakşîlerin kârı Anın için bunların feyzi, hemen kalb-i cilâdandır

Tarîki Nakşibendîn cümlesi, âsân durur sanma Bu yolda can fedâ etmek şurûtu ihtidâdandır Hazer kıl dil uzatma, gel gürûh-u Nakşîbendâna Yakın bil, kim anlara tân edenler eşkiyâdandır

Hz. Pîr:

- "Tarikatüna tarikul muhabbeti vel hayri fil cemiyyeh - Bizim tarikatı­
mız toplu olarak muhabbet ve hayır yoludur" buyurmuştur.

Şah-ı Nakşibend hz.'ne şöyle sorarlar:

- Sizin tarikatınızda, bir kenara çekilme ve açık zikir yoktur. Tarikatınız
ne üzerine kurulmuştur?

O büyük insan, şöyle cevap verir:

- Bizim tarikatımız dış görünüşü ile halkla, iç görünüşü ile Hak'la
bulunmak üzere kurulmuştur.

Başka birisinin:

· Sizler ne tarîk ile bulunursunuz? sorusuna da, Şah-ı Nakşibend hz.' şöyle cevap vermişlerdir:

· Ariflerin istifâde edip, gayrîlerin istifade edemediği tarîk üzere bulunu­ruz ki; bu da Murâkebe, Müşâhede, Muhasebe olmak üzere üçtür. Murâkebe: mahlûku görmez olmak, Hâlik'i ise devamlı görür olmaktır. Müşâhede: Gayb-dan vâridattır ki; kalbe nazil olur. Muhasebe: Eriştiğimiz hâlleri, erişemediği­miz makamlara perde yapmamaktır.

Mümkün olur mu vüsûl maksûdâ Kılavuzu olmasa inâyet-i yâr

Şah-ı Nakşibend hz.'ni dostlarından, Horasan'lı Şeyh Kudbeddin ismin­deki bir Pîr anlatıyor:

- Ben küçüktüm. Hz. Hâce buyurdu ki: "Falan kümese git, bir kaç
güvercin al, getir!" Gittim ve bir kaç güvercin aldım. Gelirken birisini pencereye saklayıp, Hâce'nin huzuruna girdim. Hâce, güvercinleri pişirdi; orada bulunanlara taksim etti. Bana vermedi, "Nasibini pencereye sakladın" dedi.

Pîr'e bir gün, evlâtlarından biri, bir sepet yeni toplanmış elma getirdi. Hazret, oradakilere elmaları taksim etti ve bir süre sonra yemelerini, zira elmaların tesbih ettiğini söyledi. Orada bulunan seçkin cemâat:"Gerçekten de elmaların "Subhânallah" dediğini cümlemiz duyduk" dediler.
Yine Hz. Pîr'in bir evlâdı anlatıyor:

- Bir gün Hazret, fakirhâneme geldi. Pek çok sevindim, bayram ettim.
Pazara gidip, bir miktar un aldım. Hocam unu elimde görünce: "Sen bunu,
çoluk çocuğunla ye ve sırrını kimseye söyleme!'' dedi. Hocam yanında bulunan bir kaç evlâdı ile, iki ay kadar evimde kaldılar. Evde çoluk çocuktan başka, daha pek çok misafirlerim de vardı. Uzun zaman o unu kullandık, epeyce de arttı.
Fakat bir gün, bu sırrı ağzımdan kaçırıp, aileme söyledim. O bereket kesildi, unda bitti.

Ekâbirden birinin çocuğuna zikir telkîn etmişlerdi. Bir zaman sonra, Hâce'ye dediler ki:

· Zikir dersi vermiş olduğun bu çocuk, dersiyle az meşgul oldu. Şah-ı Nakşibend hz.:

Endişe etmeyiniz! dedi ve çocuğa sordu:

· Hiç bizi rüyada gördün mü?

· Gördüm, deyince buyurdular ki:

· İşte bu sana yeter!

Bu sözden anlaşılıyor ki; her kimin bu büyüklerle bir bağlantısı varsa sonunda, insanların en şereflilerinden olması ümit edilir.

Kibâr Ulemâ'dan birisi:

· Seyr-i Sülük'dan maksat nedir? diye sordu. Hâce Hazretleri:

· Tafsil-i mârifettir, buyurdular. Allâme:

· Bu nedir? deyince,

Bu büyük insan şöyle buyurdu:

- İnanılan şeyler vardır ki; Muhbir-i Sâdık icmâlen haber vermiştir.
Bunları bürhandan, keşif mertebesine eriştirmek "tafsil-i mârifettir.

Bir gün sordular:

- Sofiyyûn'un, "Fakir Allah'a muhtaç değildir" sözünden murat ne­
dir?"

Bu mübârek zât şöyle cevap verdi:

- Maksat, hakikî fakr'dır; bu "küllî istiğna" makamıdır"

"Fakr'ın kemâli Allah'dır" hadîsi hakkında da:

- Fakr, fenâ-i tamdır ki husulünde; ehline "tecelli-î zât" vâki olur
buyurmuşlardır.

Şöyle anlatıyordu:

- "Bir gün Seyyîd Emir Külâl'i görmek için, Buhâra'dan Nesefe
giderken bir atlıya rastgeldim. Beni israr ile sohbetine davet etti, kabul
eylemedim. Seyyid Külâl'e vardığım da:

- Hz. Hızır idi; neden iltifat etmedin? dediler.

Ben de:

- Cenâb-ı Hazretinize niyetli idim! Size intisabım, Hızır'ın sohbetinden
beni müstağni kılmıştır, diye cevap verdim."

Cenazenizde hangi âyeti okuyalım diyen bir kimseye:

- Âyet, ölüye okunur. Şu beyitleri okuyunuz! buyurdu:

Bundan böyle var mıdır, cümle cihân içre kâr Birlik ide, iki dost ulaşa yâr ile yâr Bu gün müflisleriz köyünde ey Şah Cemâlinden kılarız şey'en Lillâh

Bu Vâris-i Resul, vefatından önce iki elini havaya kaldırıp, kendi tarikatına mensup olanlar ve olacaklar hakkında dua etti, sonra ellerini yüzüne sürdü ve teslim-i ruh etti. Halifesi ve damadı olan ve Bursa Pınarbaşı kabristan­lığında medfun bulunan Alâüddin Attâr hz.'leri şöyle anlatıyor:

- "Hazretimin yanında Yâsin sûresini okuyorduk. Yarısına geldiğimizde, nurlar görünmeye başladı. Tevhîd kelimesi ile meşgul olarak irtihâl ettiler.''

Gitti Şah-ı Nakşibend ol hâce-i dünya ve din Ülke oldu, Şah-ı dini devlet milleti Oldu çün me'vâ vü menzil A'na Kasr-ı Ârifan Bu sebepten ol sâl-ı rıhlatı

Şah-ı Nakşibend hz. yüksek ve asil bir Türk ailesinin evlâdı idi. Nakşi­bendî tarikatını kurup mânâ yolundan irşâda başladıklarından kısa bir zaman sonra nâmı, Hint, Afganistan, Endonezya, İran, Azerbeycan ve bütün dünyaya yayıldı. Eşine ender rastlanan bir mütefekkir, kitap yazmış bir âlim, uzun yıllar kürsülerden insanlara ilim ve irfan tahsili yaptırmış bir hatib, fikrini nazma sokmuş kuvvetli bir şâirdir. Bu büyük insan hakkında ne söylense azdır. Hak­kında yazılmış bütün eserlerin okunmasını tavsiye ederiz.

"Bak! Bu durakta sana mürşid ne der: Kendini aradan çıkar, gaybına ver!"

Şah-ı Nakşibend hz.'nin hikmetli sözleri

· Kendi nefislerinize töhmet eyleyiniz! Her kimse ki; kendi nefsini yaramazlıkla anarsa, onun noksanlıklarını bilmiş olur. Böylece çare bulmak kolaylaşır. Bu tarikatin çok kimseleri olmuştur ki, başkalarının kitabını kendi­lerine isnâd eder ve onun yükünü çekerler.

· Masivâya sarılmak, bu yolun sâliklerine büyük bir perdedir. Hakikat ehli imânı, şöyle tarif etmişlerdir: "İman, fayda ve zarardan kalbe doğacak bütün fikirleri silmek ve kalbi ancak Allah'a bağlamaktır. Gönüller sadece Allah'a âşık ve hayrandır."

· Bizim tarîkimiz "Ürvet-ül vüskâ" dır. Hz. Resûlullah Efendimizin (s.a.v) eteğine yapışmak ve Sahâbe-i Kirâm'ın (r.a) eserlerine iktidâ etmektir. Bu tarikatte az amel ile çok fetihler olur ama, sünnete riâyet etmek büyük iştir. Her kimse ki, bizim tarikatimizden yüz çevirir; dininde batar. (Tehlike vardır)

· "Lâilâhe" tâbî olunan ilâhları silmektir. "İllallah" Mâbud'u, yani bi­hakkın Allah'ı isbattır. "Muhammed Resûlullah" kendisine uyanı, makamına yükseltmektir.

· Zikirden maksat, Kelime-i Tevhîd'in hakikatına erişmektir; çok söyle­mek şart değildir.

· Biz iki kimse, bu yola gitmiştik. Benim maksûdum,cümleden geçmek idi. Allah'ın inayeti erişti ve beni her şeyden geçirdi, maksûda eriştirdi.

· Şeyhim derlerdi ki: "Gerçek namaz, oruç, riyâzet ve mücâhede, Hak Teâlâ Hazretlerine erişme yoludur." Ama benim indimde "nefy-i vücûd"; yolların en kısasıdır.

· Sâlik eğer ömr-ü ebedî ile muammer olsa, şeyhinin terbiyesi nimetinin ve lûtf-u himmetinin şükrünü edâ edemez.

· Biz hakikat devletine erişmeye ancak vasıtayız. Bizden kesilip, hakikî maksûda erişmek gerektir. Salık fenâ mertebesine gelip, Hak Teâlâ'mn beka­sına ârif olduktan sonra, cümleden kesilmek gerektir. Bu makam, kâmiller ve mükemmiller "mürşidler" makamıdır.

· (Kendi vücûdunu işaret ve imâ ederek) "Eğer bu vücûddan daha harâb bir vücûd olsaydı; bu fakir, hazinesini o harâbede gizlerdi. (Yani mesele bedende değil, cevherdedir!)
· Kalb dedikleri, hakikat-i câmi' insâniyyeden ibarettir; ulvî ve süflî mecmu kâinat, bunun tafsilidir. Fakat o hakikat, ecsâma hululden münezzehdir. Gözü, fikri, hayali yani cem'i kuvveyi, buna müteveccih bulundurmalıdır. Muhakkak ki; bu hâlde gaybet ve bîhodluk keyfiyeti zahîr olmaya başlar. (Yani Hak'la Hak olmak demektir)
· Bizim tarîkimiz sohbettir. Halvette şöhret vardır; şöhrette âfât vardır.

· Hayır cemiyettedir. Bu tarikatın talihleri cemâat sohbetinde, çok hayır ve bereket bulurlar.
· Tevhîd sırrına erişmek müyesser değildir. Mârifet sırrına ermek mümkündür ama güçtür.

· Biz kolay kabul etmeyiz. Eğer kabul edersek, geç kabul ederiz. Zira kabul şartlarını gereği gibi bulmak zordur.

· Kâh istidâtlı mürîd bulunur, sâhib-i kabul Pîr bulunmaz; kâh Pîr bulunur, müstaid tâlib bulunmaz.

· İlim ikidir: Biri kalb ilmidir ki; fâideli bilgidir. Bunu peygamberler, resuller öğrettiler. Biri de lisan ilmidir ki; Hak Teâlâ'nın Âdem evlâdına hüccetidir.

· Sülûkumun başında halim öyle idi ki; her nerede iki kimse sohbet eder görsem, kulak verirdim. Eğer sohbetleri Allah (c.c) bahsinde ise şâd olurdum. Masivâ bahsinde ise gam-nâk ve dil-hûn olurdum.
· Gençlikte niyaz ettim:' 'Ya Râb! bu yolun yükünü çekmeye bana kudret ver; tâ ki, ne kadar riyâzet ve mücâhede var ise yapayım!" Bu duâm kabul buyuruldu da şimdi pîrlik vaktinde, riyâzet külfetinden ve mücâhededen âzâd oldum.
· Eyyâm-ı sülûkumda Hâce Baba Semâsî'nin vasiyetleri gereğince, çok hadîs ve ulemâ sohbeti dinledim. Lâkin, bana bu yolda en ziyade yardım zilletten oldu. Bizi bu kapıdan içeri aldılar; her ne bulduksa, bu sıfattan bulduk.

· Nefy-i vücûd, yokluk, azîm işdir. Bu sıfatlar, bu yolda vuslat devletinin ipucudur. Bizi fenâ ve niyâz kapısından kabul ettiler; her nereye eriştim ise buradan eriştim.

- Yirmi iki senedir ki; Hâce Muhammed Tirmizî'nin rûhâniyyetine mutâbakatla, bî-sıfat ve bî-rengim. Eğer bir kimse beni bilmek isterse, hâlâ bî-reng ve bî-sıfâtım.

· Bir gün Zivertun yahut Rivten köyü mescidinde, direğe dayanıp kıbleye karşı oturdum. Bende anî bir gaybet hâli zuhur etti ve bütün vücuduma yayıldı. Bu hâl bende beni, küllîyen mahvetti. "Bil ki maksûduna erdin" hitâbını işittim.

· Bize kibr atfetmişler. Bizim kibrimiz kibr değildir, kibriyâdır.

· Bizler her ne bulduk ise, "fakr" sıfatı ile bulduk.

· Bir kimse Hakk'ın ulûhiyyetini tam mârifetle bi-hakkın bilse; o kimse şâir eşyayı da keşif yoluyla bilir. Hiç bir mâhiyyet kendisinden gizli kalmaz. Zira cem'i eşya ve malûmat, Hak Teâlâ'nın sıfat ve esmâsının zâhirde görün­mesidir.

· Arifin kalbi kadar vâsi, başka hiç birşey yoktur. Yerler ve gökler ârifin kalbine nisbetle, bir nokta gibidir. Bu yüzdendir ki Cenâb-ı Bârî: "Yerime, göğüme sığmadım; mü'min kulumun kalbine sığdım" buyurmuştur.
· Kalblerin vüs'ati birdir. Lâkin kalblerdeki mârifetin vüs'ati bir değildir.

· Eğer yârânımın ayıplarına bakarsam, yârsız kalırım. Zirâ ayıpsız dost yoktur. İyileri herkes sever. Hüner, kötülerle dostluk oyununu kazanmadadır.

· Velî olan kimse Hakk'ın inâyeti ile, her türlü beşerî âfetlerden mâsun­dur. Nefsi kendisine galebe çalamaz. Hasbel-beşer vel-kader bir kusur işlese ve hemen arkasından tövbe etse, Hak Teâlâ kabul eder ve bağışlar.

· Velîden zuhur eden keşif ve kerâmetlere iltifat edilmez; ancak itimat edilir.
· İstikâmet, bin kerâmetten hayırlıdır.

· Yatırların ruhuna hediye edilen duâ ve niyâzlarda büyük ecir ve iltifat vardır. Zira evliyâ ervâhı, daima medetkârdır.

· Seyr-i Sülûk'dan maksat, mârifet-i ilâhiyye ve Rızâullah'dır. Rızâ ve takvâ ile Mevlâ'ya varmaktır.

· Velî şu kimsedir ki; mahviyyette ola, yüzü görülünce sevgi telkîn ede, söz ve sohbetinde meziyetlerinden bahsetmeye! Özet olarak bir velî, bütün güzel ve iyi şeylerin sembolü ola!

· "Ey imân edenler! Allah'a imân ediniz!" mealindeki âyetle, her göz açıp kapamada bu tabiî vücûdun inkârına işaret ediyoruz. Sen o ibâdete gerçekten lâyık olan Allah'ı isbat et! ( Yani biz yokuz Allah var, demektir.)

· Kalb balık, zikir de sudur. Kalbi, daimâ zikirle yaşatmalıdır.(*)

· Velîlerin isteği, Allah'ın istediğinden başka bir şey değildir.

· İbâdet on kısımdır; dokuzu helâl rızıktır. Bu zamanda ekincilik ile bağbanlık, ticaretten sonra helâle en yakın rızıktır.

Kaddesallahü sırrahül aziz. Allahü Teâlâ taklitlerimizi tahkik buyurup, bu sevgili dostunun sırrı ile sırlarımızı yoldaş eylesin. (Amin)

Rahmetullahi aleyh rahmeten vâsia

 
 
 
 

Copyright © 2008 WwW.OnceDinimiZ.Tr.gg  Tüm Hakları Saklıdır.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol